1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

LİBERALİZM Mİ(SÖMÜRÜ MÜ) DEVLETÇİLİK Mİ(PAYLAŞIM MI)?

Gönderilme zamanı: 19 Kas 2008, 20:23
gönderen moments
Resim
LİBERALİZM Mİ(SÖMÜRÜ MÜ) DEVLETÇİLİK Mİ(PAYLAŞIM MI)

16.Yüzyılda Avrupa kendi kıtasına sıkışmış, ekonomik bozukluklarla baş edemeyen, dogmatik bir şekilde yönetilen, açlık ve sefaletle boğuşan bir kıtaydı. Bugüne baktığımızda ise geçen beşyüz yıllık süreç içerisinde Avrupa’nın yaşadığı dalgalanmalar veya krizlere rağmen üst düzey bir yaşam sürdürdüğünü gözlemleyebiliriz. İşin diğer tarafı Avrupa’nın bu ileri gidişine, yükselmesine karşı doğunun geriye gidişi ve fakirleşmesi eşzamanlı olarak birbirini takip etmiştir. Avrupa’nın o geri kaldığı zamanlarında ise tarih bize zengin doğu krallarından, imparatorlarından, şahlarından bahsediyor.

Liberalizmin kaynağı olan Avrupa’nın bu düşünceyle nasıl ve hangi şartlar altında tanıştığını ve uygulamaya koyduğunu irdelemeden liberalizm hakkında hem fikir yürütmekte zorluk çekeriz, hem de diğer ulusların liberalizmle veya buna karşıt olarak karşımıza çıkan devletçilikle ne şekilde tanıştığını, hangi ekolu neden kabul ettiğini anlamamız imkansızlaşır.

Avrupa’nın liberalizmimle tanışması tabiki bir sermaye birikiminin sonucunda olmuştur. Çünkü liberalizm her alanda olduğu gibi ekonomide de temel aldığı düşünce bireyin sonsuz bir özgürlüğe sahip olmasıdır. Hem de bu özgürlük bireyin başka bireylerin özgürlüğüne tecavüzünü meşru kılan, onu ezmesine göz yuman bir özgürlüktür. Sermaye birikimini de elbette bu sürece geçilmesinde önemli bir aşamadır. Liberalizmin getirisi kısa dönemde elbette kapitalizm olacaktır.

Peki Avrupalı bu sermaye birikimine nasıl ulaşmıştır. 16. Yüzyıla tekrar döndüğümüzde Avrupalının içinde bulunduğu bu çıkmazdan nasıl kurtulduğunu rahatça görebiliriz. Elinde hammaddesi olmayan, ticaret yollarında egemenliği bulunmayan Avrupalı, bu dönemde gemilere atlayıp hem hammadde bulmayı, hem de yeni ticari yollar keşfetmeyi amaçlamışlar ve bunda da başarıyı yakalamışlardır. Bu dönemde Avrupalının bu hammaddelere ulaşmak adına yaptığı kıyımlara, ırkları-kavimleri toplu olarak yok etmelerine, oradaki medeniyetlerdxen eser bırakmadıklarına ,ayrıca değinmeye çok gerek yok. Zaten dünyada yaşayan herkes-Avrupalılarda dahil- bu sermayenin meşru olmayan zor alım yoluyla elde edildiğini çok iyi biliyordur mutlaka. Ama burada vurgulanması gereken nokta bu sermayenin Avrupa’da yarattığı özgürlük temelli felsefesi liberalizmle, sermayeyi elde ediş biçiminin çelişmesidir. Ama diğer yandan liberalizmin getirisi kapitalizmin, toplumu oluşturan fertlerin küçük bir kısmını sömürerek, bu birikimi kendi tekellerine almasını da göz önünde bulundurursak, batılı ulusların hammadde için diğer uluslara karşı yapmış olduğu bu topyekün savaşı anlayabiliriz.

Avrupalı yağma politikasını sonunda sömürgelerden elde ettiği sermayeyi kendi merkezlerine taşıyarak merkantilizm dönemine geçmiş oldular. Sefalet içinde geçen yıllardan sonra şimdi Avrupalının elinde büyük bir para birikimi vardı. İlk aşamada bu para birikimi belli başlı gemi şirketlerinin elinde toplanmıştı. Bunu takip eden süreçte artık Avrupalı tarımını modernleştirebilmekte, bundan oluşan artı-değerle sanayisini geliştirebilmektedir.

Peki bu sermaye birikimi nasıl paylaşılacaktı? O amanlar Avrupalı bunu düşünmekteydi. Bu sermayeyi Avrupa’ya getiren belli başlı şirketlerdi ve bu şirketlerin bu sermayeyi toplumla paylaşma gibi bir düşünceleri hiçbir zaman olmadı.

Avrupa’da Sermaye-Devlet Ve Kapitalizm

Avrupa’da biriken bu sermaye birikiminin yanı sıra, bazı siyasi gelişmelerde süreci etkiliyordu. Sermayenin gelmesine eş zamanlı olarak Avrupa’da Aydınlanma Devriminin gerçekleşmesi, sermayenin paylaşılması konusunda ki fikirlerin piyasaya çıkmasına neden olmuştur. Bu açıdan Aydınlanma Devrimi, getirdiği yeni sosyal hayatın yanı sıra, çıkış itibariyle üretiminin oluşması üzerine temellenmiştir. Bunun yanı sıra Aydınlanma Devriminin sadece batı toplumunun çelişkilerini yansıtan bir devrim olup, sömürgeler için bir çözüm üretmediğini de söylemeden geçemeyiz. Fakat bu konu yazının ileriki bölümlerinde detaylı bir şekilde ele alınacağından burada üzerinden geçiyoruz.

Tabi ki bu sermayenin Avrupa’da ortaya çıkardığı bir diğer olgu da ulus-devletlerdir. Fakat burada bahis geçen Ulus-Devlet kavramı, o zamanlarda kurulan ülkelere baktığımızda muallak bir kavram olarak ortaya çıkıyor. Çünkü bugüne baktığımızda Avrupa’da ki bir çok devletin ulus özelliği göstermediğini gözlemleyebiliriz( Hollanda, Belçika..vb..). Aslında bu dönemde kurulan devletlere Ulus-Devletten çok Sermaye- Devlet dememiz herhalde daha doğru olacaktır. Çünkü sömürgelerden toplanan sermaye etrafında öbekleşerek kurulan devletlere rastlarız bu dönemde. Bugünlerde de Avrupa Birliği’ni örnek göstererek Ulus-Devletlerin çöktüğü tezine ulaşanlara buradan bir uyarı yapmak tarihi görevlerimizdendir. Avrupa’da Ulus-Devlet aslında hiç olmadı, az öncede bahsettiğimiz gibi Sermaye-Devletler oluşmuştur. Bugüne geldiğimizde ise bu devletler, karşılıklı çıkarlarını gözeterek birleşmekte ve diğer ulusları sömürmelerini kolaylaştırmaktadır. Yani bizim Ulus-Devletimizle onlarınki bir değildir. Bizimki bir ulusun emperyalizme başkaldırarak kurduğu Ulus-Devlettir ve sermaye tekelleriyle kurulmamıştır.

Bu göndermeyi yaptıktan sonra, Avrupa’daki Sermaye-Devletlerin dünyamızda yarattığı etkileri tartışmaya devam edelim. Bahsi geçen devletler herkesin üzerinde hemfikir olduğu üzere sermaye tekeleri çevresinde oluşmuştur. O zamanlarda Avrupa’da egemen olan kral merkezli derebeylikler, elbette bu süreçten nasibini almıştır. Ekonominin ve siyasal yapının değiştiği böyle bir ortamda elbette doğal seleksiyon gereği, oluşan bu yeni ortama adapte olamayan kurumlar ortadan kalkmıştır. Yani artık krala para vererek, bir kesim toprağın sahibi olan derebeylikler, sermayenin metropollerde egemenleşmesiyle birlikte, tarımın modernleşmesi gereği ortadan kalkacaktır. Artık dönem kapitalist dönemdir ve kar en yüksek orana çıkana kadar olası bütün müdahaleler yapılacaktır. Bu müdahaleler arasına tabi ki tarımın üretim araçları da dahil olacaktır.

Yani burada devleti oluşturan sermaye çevreleri, ellerinde ki geniş olanakları kullanarak diğer irili ufaklı rakiplerini alt etmektedir. Bununla beraber feodal beylerin etkisinde kalan ezilmiş halk kitleleri için değişen bir şey yoktur. Onlar tarımın modernleşmesiyle birlikte ihtiyaç duyulan insan gücünün azalmasıyla metropollere göç etmek zorunda kalmışlardır. Çünkü metropollerde sanayi gelişmiştir ve insan gücüne ihtiyaç fazlalaşmıştır. Yani bu kitle kapitalizmin etkisine girerek, sadece efendisini değiştiren proletarya olmuştur. ,

Bu noktada liberallerin tezi tabi ki güçlü olanın kazanmasındaki normalliktir. Yani onlar için proletarya söz konusu değildir. Onları genelde bahsettiği olgu feodal beylerin, büyük sermaye sahipleri üzerinde yok olduğu üzerine yoğunlaşmıştır. Çünkü sermaye sahipleri liberalizmin kendilerine tanıdığı sonsuz özgürlükle elindeki olanakları sonuna dek kullanmıştır ve kendinden güçsüzü mağlup etmiştir.

Yani liberal kanatın bu noktada sorunu yoktur. Ancak 20. Yüzyılın dünyaya hediyesi olan sosyal-liberal sentezin sunduğu teoriler bu noktada şaşırtıcı boyutlara ulaşmıştır. Sosyal- Liberal Linda Weiss bakın Avrupa’daki bu değişimi nasıl yorumluyor;

“Aşağı yukarı 9. ve 18. yüzyıllar arsında devlet formasyonu alanında ki çatışmanın ana ekseni egemen ve egemenlik altındaki sınıflar arsında değil, devlet ve egemen sınıflar arasındaydı. Marksizm devletlerini temelde sınıf mücadelesinin bir fonksiyonu olarak geliştiğini savlarken, biz siyasi mücadelenin temelde, ( devlet ve egemen sınıf arasındaki) devletin formasyon süreci içerisinde ortaya çıktığını iddia ediyoruz.”

Açıkçası Weiss’a sormak gerekiyor, acaba söz konusu devletleri kimler oluşturmuştur? Gerçekten onların deyimiyle Ulus-Devlet bizim deyimimizle Sermaye-Devletler oradaki ulusun iradesini yansıtmakta mıdır? bu yüzden devletin egemen sermaye çevreleriyle mücadelesi nasıl olabilir? Herhalde Weiss’ın bahsettiği egemen güçler oradaki feodal beylerdir. Acaba feodal beyleri tarihten silen egemen sermaye çevreleri değil de devletler midir?

Burada Weiss’ın yaptığı Marksizm’in sağdan eleştirisidir. Fakat biz de Weiss’ı eleştirdiğimiz kadar, tarihin bize verdiği sorumluluktan dolayı Marksizm’in de soldan eleştirisini yapmalıyız. Sonuçta Marksizm çözüm önerilerini sadece batı için sunmuştur. Doğuda kapitalist merkeze bağımlılık ulus çapında yaşanmaktadır. Yazının ileriki bölümlerinde de değineceğimiz gibi bu sermaye çevreleri süreç içerisinde tekelleşmiş ve dünyaya hakim olacak kadar güçlenmiştir. Bu yüzden doğuda sömürü sadece ulusal sermaye çevrelerinden değil, ağırlıklı olarak batıda ki merkezden ileri gelmektedir. Marksizm’in açıklayamadığı olgu da budur zaten.

Liberalizmin Çıkmazı Sosyal Demokrasinin Açmazı

Avrupa’da sanayileşmenin gelişmesiyle birlikte, mesai saatlerinin gittikçe fazlalaştığını ve çalışanları hiç bir sosyal güvenliğe sahip olmadıklarını görüyoruz. Tabi ki kapitalizmin amacı karı en yüksek düzeye çıkarmaktır. Bunun için çalışanların ne kadar yorulduğu ve yaşamını hangi şartlar altında sürdürdüğü kapitalistleri çok ilgilendirmez.

Ancak bu çalışma koşulları hem işçilerden alınan verimi düşürüyordu, hem de sosyal patlama sinyalleri veriyordu. Bu açıdan kapitalistler verimi arttırmak adına çalışanlarına çeşitli kolaylıklar sağlamıştır. Bu ara ideolojinin adı da sosyal demokrasidir. Kapitalistlerin verdiği bu tavizler, parlamenter sistemin yerleşmesiyle birlikte partilerin siyasetine bulaşmıştır. Sosyal demokrasi özü itibariyle liberalizme göre daha solda, çalışanların yaşam koşullarını, sosyal güvencelerini ve emekliliklerini daha iyi bir konuma getirmek amacını güder. Fakat bu fikir sadece ülkelerin kendi sınırları içinde kalır. Yani özü itibariyle kapitalizmi kabul eder, fakat ezilmişliği hafifletmek için çalışır, emperyalizme ise hiç karışmaz. Bu konuda Samir Amin şunları söylemektedir.;

“Sosyal demokratik ideoloji(sosyal emperyalist daha uygun bir terim olabilirdi.) içerde sosyalizmi dışarıdaysa emperyalizmi gerekli kılar. Olgular, yapay olarak bu şekilde birbirinden ayrılmayacağına göre, söz konusu sosyalizm ( gerektiğinde kendi özyönetim örtüsüyle kapatarak) kapitalizmin doğrudan uzantısı olan devlet kapitalizmine dönüşür.”

Samir Amin’in sosyal demokrasi konusundaki tespiti bize de mantıklı geliyor. Zaten daha öncede değindiğimiz gibi sosyal demokrasi ezilenler için bir seçenek oluşturmuyor. Bununla birlikte sosyal demokratların kapitalizmi reddetmelerine dair bir şey söylenemez. Aksine kapitalizmi olduğu gibi kabul ederler. Ancak burada amaç modern kapitalizmin oluşturulması ve işçi sınıfının şartlarının iyileştirilmesi, ancak sömürünün devam etmesidir. Bunun yanı sıra Samir Amin’in de belirttiği gibi sosyal demokratların emperyalizme karşı bir tavır alışı söz konusu değildir. Aksine işçi sınıfının şartlarını iyileştirerek, sosyal patlamaya karşı önlem alan sosyal demokrat yönetimli bu Avrupa ülkeleri kendi iç çelişkilerinden gelecek karşı bir hareketinde önüne geçmiş oluyordu. Bu süreçten sonra tabi ki emperyalizm maksimum düzeye geliyordu. Çünkü söz konusu ülkelerde kapitalistlere karşı tehlike arz eden işçi sınıfı uysallaştırılmıştı. Öyle ya günde sekiz saat olmak üzere haftada beş gün çalışıp iki gün tatil yapan işçi sınıfı yaşamını rahatça sürdürebiliyordu. Bunun yanında iyi bir sosyal güvence de söz konusuydu. Böyle bir ortamda işçi sınıfından anti-kapitalist devrimci bir hareket beklemek tabi ki olanaksızlaşıyordu. Böylece bu çelişkinin üzeri örtülmüş oluyordu. Avrupalı kapitalistler sömürgelerde ki eylemlerini hızlandırıyor ve kolonilerini çoğaltıyordu.

Görüldüğü gibi sosyal demokrasi sadece batı ülkelerinin içinde kalıyor, proletaryanın kapitalistlerle anlaşmasını meşru kılıyor ve emperyalizmi hızlandırıyor. Yani liberalizm daha öncede belirtildiği gibi ezilenler için bir çıkmaz oluşturuyor, sosyal demokrasi ise hem çelişkinin üstünü örterek, hem de batılı ulusların diğer ulusları ezmesine göz yumarak olayı açmaza sürüklüyor.

Sosyal politikaların uygulanmasıyla işçi sınıfının değişen karakteri hakkında ise Engels bile bizimle hemfikirdir. Yani işçi sınıfının toplum içi çelişkilerinin üstünü örterek diğer ulusların sömürüsüne ortak olmasını ve herhangi bir devrim hareketine girmeyeceği kanısını Engels, Marks’a yazdığı mektupta şöyle açıklıyor;

“Gerçekte, İngiliz proletaryası giderek daha fazla burjuvalaşmaktadır. Öyle görünüyor ki, başka uluslara göre daha burjuva olan bu ulus, kendi burjuvazisinin yanı sıra bir burjuva aristokrasisi ve bir burjuva proletaryası yaratmaya yönelmekte. Bütün dünyayı sömürmekte olan bir ulus için bu elbette bir dereceye kadar mantıksak bir şeydir.

İngiliz işçilerin sömürge politikası konusunda ne düşündüklerini mi soruyorsun bana? Genel olarak politika konusunda ne düşünüyorlarsa onu düşünüyorlar. İşçi Partisi yok burada; yalnızca tutucu radikaller ve liberaller var; işçilere gelince onlarda İngiltere’nin sömürgeler ve dünya pazarı üzerinde kurduğu tekele rahatça katılıyorlar.”

Kapitalizmin Sömürgelere Sermaye İhracı

Kapitalizmin sömürgelerden topladığı sermayeyle kendi ülkesinde tekellerini ve tröstlerini kurduktan sonra bu sermayeyi sömürgelere ihraç etmek isteğine girmiş olduğunu gözlemliyoruz. Kendi ülkelerinde yarattığı çelişkinin üstünü sosyal politikalarla örten batılılar, burada elde ettiği sermaye fazlasını elbette, ucuz emeğin yoğunlaştığı sömürgelere transfer etmek istemişlerdir. Çünkü sömürgeler ve yarı-sömürgeler, emperyalizmin kendi zenginliklerine zor alım yoluyla el koymasıyla birlikte gitgide fakirleşmiştir. Böylece bu ülkelerde ucuz emek gücü belirginleşmeye başlamıştı. Lenin kapitalizmin sömürgelere sermaye ihracını şöyle yorumluyor;

“Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, belli bir ülkede yığınların yaşam düzeyini yükseltmeye değil,(Çünkü bu durumda kapitalistlerin kazançlarında bir azalma söz konusudur) dış ülkelere, geri kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla, bu karları arttırmaya yönelirler. Geri kalmış ülkelerde, kar her zaman yüksektir, çünkü buralarda sermaye pek az, toprak fiyatı nispeten düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur. Sermaye ihracı olanağı, bir kısım geri kalmış ülkelerin öteden beri dünya kapitalist çarkına kapılmış olmasından ileri gelmiştir.”


Lenin’de değindiği gibi kapitalist merkez sermayesini arttırma adına hızlı bir şekilde sermaye ihracına gitmiştir. Aynı zamanda bu ekonomik metodun siyasi kazanımlarıda, batılı devletler açısından çok önemlidir. Çünkü merkezde ki tekeller, sömürgede de ekonomik üst yapıyı ele geçirdiklerinde, istedikleri siyasi kararı bu devletlerin hükümetlerine kabul ettirebilmektedir. Çünkü bu sürecin sonunda sömürge veya yarı-sömürge ülkesindeki piyasa tamamen kapitalist merkezlerin eline geçiyordu ve istedikleri zaman sömürgenin ekonomisiyle oynama hakkı elde ediyorlardı.

Sermaye ihracının azgelişmiş ülkelerin piyasasını nasıl ele geçirdiğini rakamların diliyle şu örnek çok güzel açıklıyor;

“1915’te Güney Amerika’da 5 alman bankasının 20 şubesi var diye yakınıyorlardı. İngiltere ve Almanya son 25 yılda, Arjantin’de, Uruguay’da ve Brezilya’da yaklaşık olarak 4 milyar dolarlık yatırım yapmışlardır ve bu üç ülkenin toplam ticaretinin %46’sını ellerinde tutmaktadır.”

Sermaye ihracı sırasında batılının sömürgede yaşayan insana bakışıda oldukça ilginçtir. Batılı kapitalistler için buradaki insan ucuz emek gücü ve kendi çıkarları doğrultusunda ortadan kaldırabileceği bir metadır. The Economist dergisinin 6 Ekim 1974 tarihli sayısında imzasız olarak yayımlanan bir makale bu bakış açısına tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor;

“Afrika Saheli’nin gelişmiş ülkeler için et üretimine fazlasıyla uygun olduğu ve bu iş için mevcut nüfusu oluşturan yarı göçebe çobanların ortadan kalkması gerektiği söyleniyor. Agrobusiness ve dış yardımın etkisiyle dünya çapında sayıları artan ve su kaynaklarının kullanımında öncelik sahibi olan yeni büyük hayvan çiftlikleri, gerçekte sadece çok az miktarda işgücü gerektirir. Sudan yoksun kalındığında bu çoban fazlası ortadan kalkacak; böylece yeşil devrimin ivme kazandırdığı Afrika tarım ve hayvancılığı, yerel nüfusun göç etmesiyle veya silinmesiyle Avrupalıların beslenmesine katkıda bulunacaktır.”

İşte kapitalizmin ve uzantısı emperyalizmin insana bakış açısını yansıtan bir alıntı. Avrupalının beslenmesine katkıda bulunulması için Afrika’da su kıtlığının yaşanması ve yarı göçebe çobanların, yani insanın, ortadan kalkmasını isteyecek kadar vahşileşmiş batılı kapitalist mantığının dünyaya yansıması.

Diğer yandan sermaye ihracı sırasında sömürgedeki doğal ve beşeri kaynaklar sermaye artırımı sırasında insan yaşamını bile hiçe sayan Avrupalı kapitalistler tarafından bir ölçüde doğal karşılanabilecek şekilde tahrip edilmiştir. Kendi ülkelerde kurdukları fabrikalarda bu konuya fazlaca eğilen kapitalistler(burada o bölgedeki ülkelerin aldıkları radikal önlemlerinde payı vardır), sömürge topraklarında bu önlemlere gerek duymazlar. Geri kalmış ülkeler ise kısa dönemli çözüm olarak gördüğü, yabancı sermayenin yatırımını engellememek için doğal kaynakların bozulmaması için alınması gereken önlemlerin fazla üstünde durmazlar. Bu imtiyazlardan yararlanan kapitalist kuruluşlarda sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ki doğayı tahrip etmeye devam ederler. Samir Amin bu konuyu bir de örnek vererek şöyle açıklıyor;

“Doğal ve beşeri kaynakların israfı, başka her şey gibi, dünyanın değişik bölgeleri arasında eşitsiz bir biçimde dağılır. Gezegenimizin belirli bölgelerinin yararı için yağma edilir. Bu geniş global olarak örgütlenmiş israftan merkez yaralanır. Gelişmiş ülkeler ve dünya sistemine entegrasyon sürecinin akışında az gelişmiş duruma gelen ülkeler arasındaki büyüyen servet eşitsizliğide önemli bir etkendir bu.

Örneğin Tunus’un Cape Bon bölgesinde turizmin gelişimidir. Turizmin ülkeye döviz anlamında yararı olduğu kabul edilirse de bile, ki tartışmalıdır, gerçek şu ki Cape Bon turistik tesisler olağanüstü su tüketiyor. Bu yarı-kurak bölgede su kıt bir kaynaktır. Cape Bon’da ki çitçilerin hassasiyeti dengelenmiş zengin bahçe tarımının günümüzde bunun için ayrılan su kaynaklarının kıtlığı karşısında büyük bir tahditle yüz yüze. Uzun-dönemli çıkarlar, böylelikle, kısa dönemli bir tercihe kurban edilmiş oluyorlar.”

Liberalizmin ve onun getirisi kapitalizmin özü, ferdiyetçi bir toplum yapısı ortay çıkararak, bu fertlerin aralarında oluşacak rekabetten ekonominin yükselmesidir. Anacak bu felsefenin tekellere, tröstlere dönüşerek ezilen insan yığınları oluşturduğunu incelememizde hep birlikte gördük. Bunun yanı sıra bugün karşımıza çıkan diğer sorun da, sömürgecilikle birlikte başlayan batınının hızlı ve aşırı bir biçimde gelişmesi, diğer ulusların ise geriye gitmesidir. Açıkçası batı bu ekonomik gelişimini kapitalizmle yakaladı. Bunun yanı sıra oluşturduğu tekelci, sermaye merkezli yapısıyla, dünyanın başka bir bölgesinde uygulanabilecek olası bir liberal politika sonucu ortaya çıkacak kapitalist kurumlarıda, uluslar arası rekabet gerçeğiyle kendine bağlı kıldı ve bu yapıları yönetti. Peki sömürgeler ve yarı-sömürgeler bağımsızlık kazanmalarından sonra nasıl bir ekonomik metot kullanmalıdırlar ki, batıdan bağımsız bir ekonomi kursun. Liberalizm ve onun uzantısı kapitalizm zaten az öncede bahsettiğimiz gibi kendilerini batıya bağımlı kılıyor. Bizim bu soruya vereceğimiz cevap devletçiliktir.

DEVLETÇİLİK

Eşitsiz Gelişme

Kapitalizmin batıda yerleşmesiyle birlikte, batı toplumunun kendi içinde eşitsiz bir gelişmeye doğru gitmesinin dünyaya yansıması, sömürgecilik aracılığıyla kapitalizmi kuran ve ekonomisini, sömürge ulusların sırtında asalak bir yaşam biçimini oturtarak yükselten ulusların diğer uluslara göre daha fazla gelişimi olarak tespit ediyoruz. Daha öncede değindiğimiz üzere bu toplumların zenginlikleri alınarak kapitalist merkezlerde toplanmıştır.

Bu kapitalist merkezler söz konusu sermayeyi maksimize etmek adına hem teknolojisini geliştirmiş, bu alanda daha fazla ihtiyaç duyulmaya başlayan nitelikli insanın yetişmesi içinde eğitimini modernleştirmiştir. Batıda tüm bunlar yaşanırken sömürge toplumları eğitim alanında olduğu gibi, teknoloji alanında da bir gelişme gösterememiştir. Özellikle tarımın dış ülkelere bağımlılaştırılmasıyla birlikte sanayi atılımınıda gösteremeyen bu toplumlar irili ufaklı oluşan sanayi merkezlerine kırsal alandan gelen göçe karşılayamamasıyla işsizlik had safhalara ulaşmıştır. Bunun yanı sıra ekonomisi kötüye giden ve ısrarla liberal sistemi savunan hükümetlerin varolduğu azgelişmiş ülkelerde toplumsal çıkmazın zorunluluktan oluşacağı göz önüne alındığında yöneticiler bilimsel ve nitelikli bir eğitim anlayışından korkarlar. Bilimsel eğitimin verilmesi başka sosyolojik yaptırımlarla birlikte uyuyan bir kitlenin uyanması demektir.

Batı toplumlarında verilen nitelikli eğitimle pozitif bilimlerin halk tabanına reaksiyon etmesiyle; bilimde, teknolojide, sanatta hızlı bir şekilde ilerlerken, dogmatizme bağlanmış az gelişmiş ülkeler bu alanlarda geriye doğru gitmişlerdir. Bunun beraber sermayenin odak noktası haline gelen batı, sosyal politikalarla bitlikte gelişmiş ekonomisiyle yaşamını rahatça sürdürebilir konumdayken, yarı-sömürgeler yoksulluk sınırlarını zorlayan, sömürgeler ise açlık ve sefalet içinde yaşamlarını sürdürebilir hale gelmişlerdir. Hatta bu eşitsiz gelişmenin, batı toplumu içindeki küçük bir azınlığı vicdan muhasebesine sürüklemiş ve bu kişilerin bir takım sivil toplum örgütleri kurmaya itmiştir. Bu sivil toplum örgütleri bugüne kadar topladıklar yardımları özellikle Afrika’ya göndererek batılının vicdanını rahatlatma işlevi görmüştür ve halen görmektedir. Oysa yüzyıllar önce bu zenginlik, silah zoruyla bu topraklardan alınmış ve bugün sözgelimi devede kulak bile kalmayacak bir kısmının bu bölgelere yardım adı altında gönderilmesi anlamsız bir şeydir.

Kısacası kapitalizmi kuran toplumlar ekonomik ve sosyal olarak gelişmelerine ivme kazandırırken, azgelişmiş ülkeler tüm alanlarda geriye çekilmiş bulunuyorlar. Bugünlerde dünyadaki siyasi gelişmeleri incelersek, sözü geçen ülkelerin hangi yapılarda ülkeler olduğunu görürüz ve bu ülkelerin sözünün geçmesinin bu eşitsiz gelişmenin sonucunda ortaya çıktığını tespit ederiz.

Azgelişmiş Ülkelerde Devletçi Ekol Zorunluluktur

Kapitalizmin önce kendi ülkelerinde kurduğu yapısından ötürü diğer kuruluşları kendisine bağlı kılmıştır. Tekellerin, tröstlerin var olduğu bir dünyada, hangi coğrafyada olursanız olun, serbest piyasanın kabul edildiği bir ortamda, kurulan özel şirket merkeze bağlanma zorunluluğuyla karşı karşıya gelecektir. Çünkü bu tekeller bankacılık sektörleriyle de( ki bu bankalar dünyanın en büyük bankalarıdır), yakın ilişkiler içinde olduğundan dünya piyasasını ele geçirmiştir. Bunun yanında rekabetin hakim olduğu bir piyasada, az gelişmiş ülkedeki ulusal sermayeler, bu ülkelerdeki sermayenin azlığının da etkisiyle, rakipleriyle girdiği rekabetten üstün çıkma dürtüsünden dolayı kapitalist merkezlerle işbirliğinden kaçınmayacaktır. Kapitalist merkezde doğası gereği vereceği desteğin karşılığını almak isteyecektir. Bu karşılık büyük olasılıklada bu şirketlerden elde edeceği hissederler. Bu girişimi başlatan şirkete doğal olarak diğer şirketlerde eklenecek ve azgelişmiş ülkenin piyasası merkeze bağlı olacaktır.

Bununla birlikte teknik donanımdan yoksun, sermayesi yok denecek kadar az olan ülkelerde ise sanayinin kurulumu tamamen kapitalist merkez tarafından yürütülmektedir. Bu ülkelerdeki yönetimler istihdamı arttırmak ve işsizliği azaltmak adına yabancı sermayeye kapılarını sonuna kadar açmaktadır. Tabi ki merkezin buradaki amacı işsizliği azaltmak değil, karlarını arttırmalarıdır.

Buradan çıkaracağımız anlam azgelişmiş ülkelerin liberalizm ve onun getirisi kapitalizmle kalkınamayacağıdır. Kalkınma ancak devletin kendi imkanlarıyla tarımı( ki azgelişmiş ülkelerde görece daha önemlidir.) ve sanayiyi kendi eliyle kurması, bunun için gereken sermayeyi, modernleştirilmiş tarımından ve teknik bakımdan gelişerek yer altı zenginliklerini çıkarmasıyla oluşabilir. Devletin ekonomiyi kurduktan sonra da, elde etmiş olduğu artı değeri kolektif bir biçimde halkıyla paylaşmasıdır.

Özellikle yer altı kaynakları ve yer üstü zenginliklerinin çıkarılması ve işlenmesi bu noktada çok büyük önem kazanmaktadır. Çünkü sanayinin kurulması için gereken artı değer ancak buradan sağlanabilecektir. Bu noktada elbette tarımın gelişmesi toprağı işleyen köylüye bağlıdır. En başta batının ve sanayisini kurmaya çalışan üçüncü dünya ülkelerinin düştüğü bir hatada( Atatürk Türkiye’si ve Mao’nun Çin’i hariç) işçi sınıfının, köylüye göre daha fazla gelişimini açık tutan uygulamalardır. Özellikle azgelişmiş ülkelerde donanımı işçiye göre daha fazla olan köylünü üzerinde daha fazla durulması gerekmektedir. Samir Amin köylünün işçiye oranla daha nitelikli olduğu gerçeğini şöyle açıklıyor;

“Gerçektende, yaygın bir önyargını tersine, tarım emekçisi-kapitalizm öncesi toplumlarda bile- modern endüstriyel işçilerin çoğunluğundan son derece daha beceriklidir. Tarımsal üretim bilimsel gözlem yeteneğini, yargılama yetkisin kullanmasını, olasılıkların değerlendirilmesini ve ampirizmi gerektirir. Aynı basit hareketi durmaksızın tekrarlayan işçinin bunlardan hiçbirine ihtiyacı yoktur. Prekapitalist bir toplumun el zanaatlarıda yüksek derecede gelişmiş becerileri gerekli kılar. Ama bu, bir bütün olarak, prekapitalist toplumlarındakinden daha yüksek olduğu anlamına gelmez, tersine, günümüz toplumunda emek verimliliği açıkça daha yüksektir. Bu üstün verimlilik işbölümünde, iki tür emek arsındaki keskin kutuplaşmadan doğar; bir yanda, üretim araçlarının dizayn ve inşa edilmesi içindeli yüksek derecedeki emek, öte yanda, bu üretim araçlarının işletilmesi gereken vasıfsız emek.”

Bununla birlikte tarımın gelişmesiyle elde edilen gelirle, toprağın üstünde çalışan köylüye devredilmeside önemli bir noktadır. Çünkü bu devletçi atılımlardan önce toprağın büyük kısmını elinde bulunduran bir bey mutlaka vardır. Köylü ürettiğini bu bey aracılığıyla değil, direkt olarak devlete vermelidir. Üstelik köylü üstünde yaşadığı ve işlediği toprağın mülkiyetini almasıyla kapitalist bir yönelimde bulunmayacak, sadece kendi geçimini sağlayacak üretimi yapacaktır. Chayanow bu noktaya özellikle dikkat çekiyor;

“Söz konusu olan köylü, kapitalist bir girişimci değildir, sermayesinden gelen karları, azamileştirmeye değil,( belli bir kırsal toplum düzeyi sayesinde kendisinin olan) toprağı üzerinde geçinmeye çalışır.”

Batıdan bağımsız ulusal sermayesini kurmaya çalışan azgelişmiş ülke köylüsünü feodal beyin elinden kurtarırken, kapitalizminde önünü tıkaması gerekmektedir. Kapitalizmin söz konusu ülkelere girmesi, zaten bağımsızlık mücadelesi verme isteğiyle çelişir. Marks’ında yanıldığı nokta budur. Çünkü Marksist felesefede feodalizmi kapitalizm izlemektedir, fakat azgelişmiş ülkelerde kapitalizm yaşanması zorunlu bir süreç değildir. Bunun yanında ancak sözkonusu ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla sömürgecilik yıkılabilir, dolaylı olaraktan kapitalizm ortadan kalkar. Sömürge ülkelerinde batıya akan muslukların kapanmasıyla birlikte kapitalizm buhran yaşayacaktır ve kapitalizmin bu buhrandan sağlam çıkması bize göre imkansızdır. Sonuç itibariyle kapitalizmi ve emperyalizmi yıkacak devrim mutlaka azgelişmiş ülkelerden gelecektir. Samir Amin değişimin periferiden geleceğini ve azgelişmiş ülkelerin kendine özgü ekonomik metotlarla(bize göre bu kesinkes devletçiliktir) kapitalizmin üstünde bir yol geliştirmesi gerektiğini şöyle açıklıyor;

“Var olan bunalım, bize, emperyalist aşamada ki kapitalist sistemin temel karakteristiğini etkili bir biçimde hatırlatıyor. Kapitalist üretim tarzının çelişkilerinin merkezden çevreye aktarılması, milli bağımsızlık için mücadelenin sosyalist ve devrimci potansiyeli, metropollerdeki çalışan sınıflar üzerinde sosyal demokrat ideolojinin egemenliği. Bu nedenle, dünyanın sosyalist dönüşümü pekala periferi tarafından sürüklenmeye devam edecektir. Bu bir kehanet değil, ama, neredeyse bir yüzyıldan beri etki yaratan güçlerin tahlili sorunudur. Periferinin kapitalist sistemden kopuşu merkezdeki sınıf mücadelesinin koşullarını kesinlikle değiştirecek. Eğer var olan bunalım derinleşir ve periferide yeni devrimlere yol açarsa, kapitalizmin çelişkilerinin ağırlığı, dünyadaki sosyalist dönüşüm modelini köklü bir biçimde değiştirmek üzere merkezdeki çalışan sınalar üzerinde büyük etki yaratacak.
:
:
:
Azgelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerde izlenen yoldan tekrar geçemezler. Her biri, kapitalist sistemi ta başından aşmalı ve yeni teknolojiler(sadece özgü) ekonomik sorunlarını, azgelişmişlik sorununu çözmelerini değil, ama aynı zamanda dünya uygarlığı için yeni perspektifler açmalarını sağlayacak olan teknolojiler geliştirmelidirler. Bu, çözümü uzun zaman alacak olağanüstü karmaşık ve güç bir sorundur. Dahası, şu anki gelişmiş ülkelerinde bu yeri dünya uygarlığının yaratılmasına günümüzde kitlesel alçaltılmasının karakterize ettiği toplumsal iş örgütlenmesi biçimlerine meydan okuyarak, katkıda bulunacağını dışlıyor değiliz. Azgelişmiş ülkeler kapitalist sistemden daha başarılı olmaya zorunludurlar, yoksa ona yetişmeleri bile mümkün olmayacaktır.”

Tüm bunları göz önüne aldığımızda, sermayesini merkezde toplayan kapitalist yapıdan bağımsız, ferdiyetçi ulusal sermaye gruplarının kurulmasının, batı dışındaki ülkelerde imkansızlığı dolayısıyla, azgelişmiş ülkeler için kollektivist, anti emperyalist ve anti kapitalist özellikleri doğasında bulunduran devletçilik, romantik bir seçim değil, bir zorunluluktur.

Türkiye’de Devletçilik

Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin ekonomik yapısını inceleyen çoğu sosyal liberal, liberal ve klasik Marksistlerden oluşan aydın grubu 1930’lara kadar dönemi liberal dönem olarak adlandırırılar. Oysa Kemalizm’in ilkelerinden biri olan devletçilik bu düşüncenin özünde vardır ve bir devrim kısa hesaplarla değil, uzun dönemli getirilerle uğraşır.

Genel kanının tersine bizim düşüncemiz, 1923-1930 arası uygulanan ekonomik politikalar devletçiliğe geçiş için bir zemin hazırlaması üzere uygulanmıştır. Gerçektende bu döneme bakıldığında savaştan çıkmış Türkiye’nin hem sermayesi azdır, hem de bu sermaye yabancı azınlıkların elindedir. Kapitülasyonlarını yeni kaldırmış bir ülkeden herhalde iki-üç yıllık bir süreç içerisinde büyük sanayi atılımları yapmasını beklemek insafsızca olacaktır. Bu yıllarda yapılan,sermayeyi yabancılardan alarak ve kimi zamanda özel Türk Sermayedarlarını paravan olarak kullanarak, bağımsız, ulusal sermayenin oluşturulmasıdır. Daha sonraları ise bu sermayedarları devre dışı bırakılarak, devletçiliğe geçiş tamamlanmış oluyordu.

Bir diğer eleştiri ise, milli mücadele sırasında Atatürk’ün işgal kuvvetlerine çeşitli ekonomik imtiyazlar tanıyarak, kurşun atmadan yurdu boşaltması iddiasıdır. Bu iddia alçakça olmakla birlikte Atatürk’ün vermiş olduğu anti emperyalist mücadeleyi küçülten nitelikler taşımaktadır. Aslına bakılırsa da komplo teorisinden öteye geçememektedir. Aslında bu tür anlaşmaları, milli mücadele içindeki kimi ileriyi görmekten yoksun, zaferi sadece düşman askerlerinin yurdu terk etmesi olarak gören kişiler yapmıştır ve Atatürk bunların hiçbirini kabul etmemiştir. Bakın Atatürk bu olayları nutukta nasıl anlatıyor;

“Baylar, Bekir Sami Bey’le Fransız başbakanı Bay Briyan(Briand) arasında da 1 Mart 1921 günlü bir sözleşme imza edilmiş. Bu sözleşmeye göre, Fransa ile Ulusal Hükümet arasında çarpışmalara son verilecek. Fransızlar kendi çetelerini; bizde savaşçılarımızın silahlarını alacağız. Güvenlik kuvvetleri arasına Fransız subayları da alınacak. Fransızlarca oluşturulan güvenlik kuvvetleri yine görevlerinde kalacaklar. Fransa’nın boşaltacağı yerlerle Elazığ, Diyarbakır ve Sivas illerini ekonomik bakımdan gelişmesi için yapılacak girişimlerde Fransızlara öncelik hakkı tanınacak ve Ergani madenlerini işletme hakkı da onlara verilecek.

Hükümetimizce, bu sözleşmenin de kabul edilmemesini nedenlerini saymaya gerek yoktur sanırım.

Bekir Sami Bey, İtalya Dışişleri Bakanı bulunan Kont Sforza ile de 12 Mart 1921’de bir sözleşme imzalamış. Buna göre, İzmir ve Trakya’nın bize geri verilmesi yolundaki isteklerimizi İtalya’nın konferansta desteklemesine karşı, bizde İtalya devletine Antalya, Burdur, Muğla, Isparta Sancaklarıyla Afyonkarahisar, Kütahya, Aydın ve Konya Sancaklarının sonradan saptanacak bölümlerinde iktisadi girişimler için öncelik hakkı verecektik. Bundan başka, bu bölgelerde Türk hükümetinin yada Türk sermayesinin yapamayacağı iktisadi işlerin İtalyan sermayesine verilmesi ve Ereğli madenlerinin bir İtalyan-Türk ortaklığına devredilmesi kabul edilmekteydi.

Elbet bu sözleşmeyi de hükümetimiz kabul edemezdi.”

Diğer yandan, Atatürk dönemine liberal yakıştırması yapanlara, Atatürk dönemindeki devletleştirme politikaları en iyi cevabı vermektedir. Dönemin kronolojik sırasına bakıldığına sistemli bir şekilde devletleştirmenin gerçekleştiği görülür.

22 Nisan 1924 tarih ve 506 no.lu kanunlar Haydarpaşa-Ankara, Eskişehir-Konya, Arifiye-Adapazarı demiryolları ile Haydarpaşa limanı ve rıhtımını devletçe satın alınmasına izin verilmiştir. Aynı kanun sözü geçen hatları işletmekte görevli ve katma bütçeli bir genel müdürlük kurmuştur. Bu kanunu tamamlayan 31 Ocak 1928 tarih ve 1315 sayılı kanunla, bu hatlar ile Mersin-Tarsus-Adana demiryolu için ilgili yabancı şirkete 204 milyon frangı ödenmesi öngörülmüştür.

1925 yılında Reji idaresi bu esaslara göre ve dört milyar liraya satın alındı. 26.2.1925 tarih ve 558 sayılı Tütün İdare-i Muvakketesi ve Sigara Kağıdı İnhisarı hakkında kanun yürürlüğe girdi. Bu kanuna göre, 1925 mali yılı boyunca hükümete verilen bir yetkiye göre bir “Tütün İdare-i Muvakketesi” kurulmaktadır. İç tüketime mahsus tütün alımı, işletilmesi, tütün-sigara imalı ve satılması doğrudan doğruya devletçe, sözü geçen geçici idare tarafından ifa olunacaktır. Sigara kağıdı veya bu amaçla kullanılabilecek beyaz kopya kağıdı ve defter ithali ve ticareti özel şahıslara yasaklanıyordu. Hükümete bu kanunla bir yıl için verilen yetki 1926 tarihinde, 734 sayılı kanunla 1930 mali yılı sonuna kadar uzatıldı.

Hükümetçe Ziraat Bankası’na mübaya ettirilecek buğday hakkında 3.7.1932 tarihli, 2056 no.lu kanun gereği, buğday fiyatlarındaki mevsimlik ve kısmende uzun dönemli dalgalanmalar önlenmiştir. Kanun gerekçesinde, köylünün ürününü bir an önce elinden çıkarma isteğinden ötürü, belli aylarda tarım ürünlerinin fiyatlarında aşırı düşüklüğün meydana geldiği ve üreticinin bu durumda zarara gördüğü belirtilmektedir. Böyle durumlarda Ziraat Bankası’nın kuvvetli bir alıcı olarak piyasaya girmesinin fiyatlardaki aşırı düşmeyi önleyeceği ileri sürülüyor. Banka, daha sonraki aylarda elindeki buğdayı arz ederek fiyatın aşırı yükselmesini de önlemiştir.

İşte örneklerin bize verdiği fikir, Türk Devrimi’nin aşamalı bir şekilde ilerlemesiyle, ulusal ekonomi kurma amacıyla, ilk yıllarda yabancı sermayeye karşı tavır aldığını ve takip eden yıllarda devletin sanayiyi kendisinin kurduğudur. Son örnekten anlaşılan ise, köylünün tavır alınarak, tüccarları aşırı ürün elde edildiği yıllarda, kazandığı haksız kazancın önünün kesilmesi isteğidir. Yani kapitalist merkezlerden bağımsız olarak özel milli sermayenin kurulamayacağını iyice kavrayan Atatürk, aşamalı bir şekilde özel mülkiyetin hemen hepsini ortadan kaldırmış, metropolden bağımsız olarak devlet eliyle ve devletin olan ulusal bir sanayi kurmuştur. Birçok kişinin savunduğu devlet eliyle özel sarmaya kurdurma savı ise kronolojik olarak olayların gelişimine ve politikalara bakıldığına kendiliğinden çökmektedir. Milli Mücadelenin başlarından bu yana emperyalizme ve kapitalizme karşıtlığını vurgulayan Mustafa Kemal, bunu akıllıca ve sistematik bir şekilde yerleştirmeyi amaçlamıştır.

Mustafa Kemal’in milli mücadele yıllarında ve devletçiliğin en sert şekilde uygulandığı yıllarda, vermiş olduğu demeçler, bu aşamalı geçişin en iyi göstergesidir;

“1920 Yılında Atatürk’ün Büyük Millet Meclisi’nde vermiş olduğu söylev;

Biz istiklalimizi emin bulundurmak için, heyeti umumiyetimizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleki takip eden insanlarız.

1935 yılında vermiş olduğu demeçte ise;

Dünyada iki mühim iktisadi ekol tatbik edilmektedir. Büyük harbin sonunda komünizm tatbik edildi. Fakat halka vaad edilen şeyler aynen temin edilmedi. Ruslar bazı prensiplerinden geri döndüler. Bir inkılaba teşebbüs edip sonradan dönmektense ağır ağır ilerlemek en doğru yoldur. İkinci ekol liberalizmdir. Bu da eskimiştir. Bizim tatbik ettiğimiz ekol devletçiliktir. En ileri iktisadi yol budur.”

İşte Mustafa Kemal’in azgelişmiş Ülkerler için sunduğu üçüncü ekol, aynı zamanda bu ekolü oturtana kadar ağır ağır ilerlendiğini anlatan cümleler… İşte Atatürk’ün devletçiliğe geçişin 1929 dünya buhranına( bize göre sadece kapitalizmin buhranıdır.) bağlayan ve bu önemli, tüm ezilmiş dünyaya örnek olmuş ekonomik modeli günlük bir ihtiyaçtan doğmuş bir önlem olarak görenlere en iyi yanıtı, birbirini izleyen uzun yılların başına ve sonuna konmuş bu demeçler veriyor. Oysa 1929 buhranı, savaşta yenilmiş, sömürgeler kaybetmiş batının buhranıdır. Azgelişmiş ülkelerin bu noktada üreteceği en mantıklı politika, elbetteki ulusal ekonominin devletçi baskış açısıyla kurmak ve merkezden kopmaktır. Mustafa Kemal’de bunu yapmıştır.

Aynı zamanda devletin sanayiden ve tarımdan elde ettiği kazancın, ekseriyetle halkın eğitilmesi ve topraksız köylüye verilen krediler için harcandığını gözlemliyoruz. Bu açıdan bakıldığında, Kemalist devletçilik asla elde ettiği artı değeri, sadece bürokrasi tabanının faydalanmasını amaçlayan bir fikir hareketi olmadığıdır. Bu dönemde kurulan Halkevleri ve Köy Enstitüleri ile beraber, üniversitelerin geliştirilmesi, köylere eğitimin götürülmesi, köylü üzerinde ki vergilerin kaldırılması gibi uygulamalarını göz önünde bulundurursak, Kemalizm’in paylaşımcı yönünü kavrayabiliriz. Böyle bir ideolojiye liberal, özel sermayeci ve ağa yanlısı damgasını vurmak, bilimsellikten uzak olmasıyla birlikte sadece saldırı düzeyinde kalmaktadır.

1936 yılına geldiğimizde, büyük sanayi kurumlarının devletin elinde bulunduğu bir ülke nasıl liberal, daha önce bahsi geçen buğday yasasıyla, köylüsünü tüccara karşı koruyan, Atatürk’ün ölümünü takip eden yıllarda İsmet İnönü’nün toprak reformunu gerçekleştirme istediği bir ülke nasıl ağa yanlısı olabilir?

Bize göre, anti emperyalist mücadelesinin ardından kolektivizme dayanarak kurduğu halkçılık reaktörlü devletçilik anlayışını da göz önünde bulundurduğumuzda, Kemalizm, Türkiye’de sosyalizmin en özgün adıdır.

Re: LİBERALİZM Mİ(SÖMÜRÜ MÜ) DEVLETÇİLİK Mİ(PAYLAŞIM MI)?

Gönderilme zamanı: 19 Kas 2008, 20:24
gönderen moments
MİLLİYETÇİNİN ÖDEVİ : TÜRK SOSYALİZMİ
Sosyalizmi milliyetçiliğin zıt kutbu yapmak yıllardır süregelen “sömürücü milliyetçilik” anlayışının sonucu olarak gözümüze çarpmaktadır. Yıllarca NATO’ya, 6. Filo’ya, Amerikan emperyalizmine karşı çıkan sosyalistleri , milletsiz, vatan haini olarak görmek her zaman belirli sağcı, mukaddesatçı tutucu güçlerin savunma mekanizması haline gelmiştir.

Milliyetçilik bilimsel olarak iki teori üzerine şekillenir .Bunlardan birincisi Alman teorisidir. Alman teorisi ırk ve kan bağına dayanan ve günümüzde geçerliliğini yitirmiş bir teoridir. Birkaç marjinal grup dışında bu ırkçı yaklaşımın taraftarı yoktur. Diğer teorisi ise Fransız teorisidir. Bu teori ise daha çok psikolojik milliyetçiliğin tanımını yapmakta ve milliyetçiliği birlik ve beraberlik duyguları ile müşterek yaşama arzusuna dayandırmaktadır. Bugün biz kemalistlerin savunduğu milliyetçilik Alman teorisini tamamen reddetmekle beraber Fransız teorisi olarak adlandırılan teoriden de farklı bir yaklaşım çizmektedir. Özellikle Burjuvazinin çıkarlarına dayanan bir milliyetçilik anlayışı olarak gözüken Fransız milliyetçilik anlayışı , Atatürk Milliyetçiliğinin halkçı yapısı ile uymamaktadır.Anti emperyalist tavrı da Atatürk milliyetçiliğini , Fransız milliyetçi teorisinden ayıran başka bir kıstastır.

Bu açıdan yaklaşıldığında sınıfsız toplum idealine ulaşmayı milletçe benimsemek , yurt birliği sınırında , tarihsel bağları gözönüne alarak , aynı yurtta tek bir halk ve şuur olarak yaşamanın ve muhasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın yolu Atatürk Milliyetçiliğidir. Kemalist ideolojinin temel prensipleri olan devletçilik, cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik ve devrimcilik ülkülerinden ayrı bir milliyetçiliğin gözümüzde hiçbir değeri yoktur. Dolayısıyla bugün Türk-İslam sentezi adı altında laiklik karşıtı bir milliyetçiliğin biz Mustafa Kemalcilerin gözünde hiçbir değeri olmadığı gibi bu NATO devşirmesi milliyetçilik anlayışının son 50 yıllık siyasi tarihimizde yapılanlara bakıldığında karşı safta , karşı devrimci bir milliyetçilik anlayışı olduğundan da şüphemiz yoktur.

Bu Milliyetçilik şuuruna bağlı bir Sosyalizm hedefi de elbette ki Kemalist düşünceye aykırı değil bilakis radikal Kemalizmin anahtarıdır. Sosyalizmi , Marks miladı ile sınırlayıp, Komünizme geçiş aşaması olarak görmenin milliyetçilikle bağdaşamayacağının farkındayız . Ancak bizler devrimci anlayışımız içinde Sosyalizmi Kemalizm hiyerarşisine bağlı milliyetçi anlayışla ele alarak değerlendirme yanlısıyız.Bu bağlamda Sosyalizmi, komünizme geçiş aşaması olarak değil halkçılığa , Mustafa Kemal’in sınıfsız toplum ülküsüne geçmenin yolu olarak görüyoruz.

Sınıfsız toplum anlayışımızın adı olan Kemalist Halkçılığa da sınıf çatışmaları ile değil milliyetçilik şuuru içerisinde beraber yaşamanın getirdiği zorunluluk ile sosyalizm anlayışımızın ortak noktası olan “sınıfsal engelleri aşmak” amacı ile ulaşacağımızı biliyoruz.
Bu durumda sözü Kemalizm’in ikinci adamı İsmet İnönü’ye bırakmakta fayda var . Bakın ne demiş İsmet Paşa :”Atatürk’ün sınıfsız toplum ülküsü, sınıf savaşları ve bir sınıfın başka sınıfları yok etmesiyle değil, ancak sınıflar arasındaki duvarları yıkıp tam bir uyuşma ve kaynaşma imkanı sağlamakla gerçekleşebilir”

Bu noktada bazı art niyetli yaklaşımlara da cevap vermek gerekir . Sosyalizm anlayışımızı İşçi sınıfının diktası olarak görmekte ısrarcı Kuzey Atlantik milliyetçilerine karşı cevabımız , İşçi Sınıfının değil emekçi Türk Halkının , emeğin iktidarı istediğimizidir. Bu durumda asıl milliyetçilerin sosyalistler olduğu sonucuna varmak zor olmasa gerek. Türk Halkının değil de sermayenin ve toprak ağalarının iktidarından haz alanların olsa olsa para milliyetçisi oldukları acı ama açık bir gerçektir.
Türk Sosyalistlerinin Türk Halkının emeğine sahip çıkabilmesi içinde bugünkü parlementer sistemin değiştirilmesi , ilga edilmesi gerekmektedir. Türk Halkının emeğini temsil yetkisini toprak ağalarına, uluslararası sermayenin Türkiye mümessillerine , TÜSİAD’a veren bu sistemi değiştirmek Kemalist-Türk Sosyalistlerinin boynunun borcu olmalıdır. “Halk için halka rağmen “ devrimcilik ülküsünden vazgeçmeyen Türk Sosyalisti bu parlementer sistemi değil de Türk Halkının ilerici olmadığını ileri sürerek Türk Halkını suçlaması devrimcilikten kopuş olur. Türk Sosyalisti, Türk Halkının özünün ilerici olduğunu anlamalıdır. İş isteyen , aş isteyen, hastane isteyen, okul isteyen , Türk Halkı ilericidir. Gerici olan, Türk Halkı ile egemenlik arasına giren toprak ağalarıdır, TÜSİAD’tır, parlementer sistemdir.Düzenin adamı olmamak, düzenin çarklarında vatanın bağımsızlığının parçalanma tehlikesine düştüğünü gören Türk Sosyalisti Bursa Nutku’nu iyi etüt etmeli , uygulamak için zaman kaybetmemelidir.

Türk Halkının emeğini savunmayı yasalar ile elinde bulunduran sendikalar ise özeleştirilerini vermek zorundadır. Bugün İşçi , çiftçi , memur , öğrenci ... bütün emekçi Türk Halkını sömüren AKEPE ve benzeri tutucu partilere karşı açık tavır konulmalıdır. Günümüzde en çok üyeye sahip olan Türk-İş ‘in bir çok üyesinin seçimlerde tavrını AKEPE’den yana koyduğu acı bir gerçektir. Oysa ki sendikanın yönetim kadrosu bilindiği kadarıyla CHP’ye yakındır. Bu çelişkinin giderilmesi sendika yönetim kurullarının öncelikli görevidir.

Türk Sosyalizmi radikal Kemalist tavrını bağımsızlık konusunda da göstermektedir.

Bu anlamda ulusal kurtuluş hareketlerini ve ilerici rejim hareketlerini desteklemek anti-emperyalist tavrın olmazsa olmazıdır. Sam Amcamızı kızdırmamak için girişilen kişiliksiz dış politikaların sonucunda kendi bağımsızlığımızın bile tehlikede olduğunu görmek bu anlamda Kemalist-Türk Sosyalisti devrimcilerin gördüğü gerçeklerdir.

Türk Sosyalizmi Mustafa Kemal ‘in Siyasal bağımsızlığı iktisadi bağımsızlıkla taçlandıran devletçilik prensibinin yılmaz savunucusudur. İktisadi bağımsızlığın sermayeye uşaklık ederek değil emeğe değer vererek oluşacağını bilir. Sonuç olarak sermayeye değil emeğe vergi koymayı kendine görev edinen Milliyetçi(!) sağ güçlerin ne kadar milliyetçi olduğununda altını böylece çizer.

Türk Sosyalizmi ne Batı Sosyalizminin bir ayağı olmalı ne de Doğu Sosyalizminden esinlenmeli. Anadolu’nun yıllar süren toplumcu ilerici düşünce yapısının adı olmalı .

Son olarak sözü Mustafa Kemal’in devrimci Adalet Bakanı milliyetçi sosyalist Mahmud Esad Bozkurt’a bırakalım.

Re: LİBERALİZM Mİ(SÖMÜRÜ MÜ) DEVLETÇİLİK Mİ(PAYLAŞIM MI)?

Gönderilme zamanı: 19 Kas 2008, 20:24
gönderen moments
KADRO VE SINIF DEVLETÇİLİĞİ

Substans ve şekil karışıklığı yanlız sağ cenahta değildir. Ya sol, ya müsamahalı düşündüğünü zanneden muarızlarımızın ekseriyeti arasında da, yine aynı cinsten büyük bir fikir sathiliği vardır. Mesela bize diyorlar ki:

-İşte Kadro diyorsunuz. Kadro, inkılabı şuuruna sindiren ve onu yürüten azlık, fakat ileri inkılapçıların tek ve hakim teşkilatıdır diyorsunuz! Fakat bu KADRO'nun bir faşist fırkasından, bir komunist fırkasından, bir nasyonal sosyalist fırkasından ne farkı var? O halde siz ya faşist, ya komünist, ya nasyonal sosyalist değilseniz nesiniz?

Yine mesela diyorlar ki:

-Sizde devletin hem yüksek tekniği kurucu, hem idare edici, hem milli gelirleri benimseyici bir vasfı vardır. Plan ve organizasyon, sizin devletçiliğinizin de aslıdır. Bunun adına milli devletçilik, ileri ve tam devletçilik, yahut açık ve cesaretli devletçilik diyorsunuz.
Fakat bu devletçiliğin bir komünist devletçiliğinden, bir faşist devletçiliğinden bir hitlercilikten ne farkı var?


İşte bir takım sualler ki, bu suallerde de form ve subtsans birbirine karışmıştır. Halbuki gerek faşist, gerek kommünist gerek nasyonal sosyalist fırkaları, açık ve maskesiz bir sınıf mücadelesinin ve bu sınıf diktatörlüğünün teşkilatıdırlar. Bu teşkilatlar bütün bu o memleketlerde sınıf mücadelesinden doğmuş, sınıf antogonizminin kucağında büyümüş ve hepsi de ayaklarını, şu veya bu sınıfın kanıyla sulayarak, şu veya bu sınıfın diktatoryasına istinat ettirmiştir. Hatta Rusya'yı, İtalya'yı bir tarafa bırakalım(ki buralarda meselenin hatta hatta münakaşaya bile tahammülü yoktur)şu en yeni faşist oyunların gösterildiği Almanya da bile,

-Millet namına!Milletin ileri namına!

cereyan eden bu sınıf kavgasının bin bir misalini bir anda saymaya her zaman muktediriz. Sport PALAS'ta Hitler, işsiz Alman İşçilerine ancak,

-Ey hür Alman vatandaşı! Dünya'nın en saf, en yüksek,en akıllı ırkı olan Germenliğin büyük timsali!Artık ne işçi, ne de kapitalist vardır.Her şey millet içindir!

diye nutuk verir ama, o Sport PALAS'a gelmeden evvel kabinede, her işçinin sabahları bir sıcak çorba ve ayda 15 mark mukabilinde ve hiç bir iş saatiyle mukayese olmaksızın çalıştırılması vatana hizmet olduğu ve her işçinin bu mukaddes hizmeyi ifaya mecbur bulunduğu emrini imzalamıştır.

Yine diğer bir kanun:

"Çalışma vaziyetinde olduğu halde henüz milli bir vazife almayan hür Alman vatandaşlarının(Yani işsizlerin) zengin Alman aileleri nezdinde parasız olarak çalışmalarını emrediyor, yani hür Almanların bedava hizmetçilik etmesini mecburi" kılıyordu.

Mussolini'ye göre ise İtalyan Milleti, günde ancak bir öğün yemek yemeye alışmıştır. Ve bu hal milletin ulvi bir kaabiliyetidir. Binaenaleyh köylünün ve işçinin günde bir defa sıcak çorba mukabilinde yollarda, bataklıklarda, yahut fabrika ve çiftliklerde çalışması onun mukaddes borcudur.

Rusya'da rejim esasın ismi sınıf diktatörlüğü olduğu için oradan misaller serdine lüzum görmüyoruz.


***

Hulasa bu sayılan ve bir inkılaba sahne oldukları görülen memleketlerde fırkalar sınıf mücadelesinin hem bir mahsulü, hem bir kuvvetidir. Halbuki bizde KADRO, henüz tanzimi gayri yüksel bir teknik mevcut olmadığı için bunun üstünde bir sınıf mücadelesine girişememiş olan milletin ileride de böyle bir cidal içine düşmemesi için müdafaa edilen bir MİLLİ BERABERLİK FORMU'dur. Bir gün milletin, orta asırlardaki toprak köleliğinin asri fakat vahşi bir tecellisinden başka bir şey olmayan hür vatandaşı ya bir kap çorba, ya bir çürük elmaya mukabil hidematı şakkaya bağlıyan, yahut bir takım sefihlerin sofrasında bedava hizmetçiliğe mahkum kılan bir faşist esaretine düşmemesi için bir tedbirdir.

İşte bunun içindir ki Türk Nasyonalizminin devletçiliği bir sınıf devletçiliği değildir ve olmayacaktır. Türk Nasyonalizminin devletçiliği, bir sınıf nam ve hesabına diğer sınıfların istismarının ve bir milletin nam ve hesabına diğer milletleri istismarın(emperyalizmin); yani muarrızlarımızın şu veya bu şekilde bağlandıkları Avrupa'nın dünkü ve bu günkü nizamının bir fikri ve reaksiyonudur.

Bu ne faşist devletçilikle, ne kommünist devletçilikle, ne nazariye ne form, ne de sübstans itibariyle hiç bir alakası yoktur.

***


PRENSİPLERDE DİNANİZM

Bizim inkılabı telakki bahsindeki hareketli görüşümüzü tekzip için şeflerimizin nutuklarını, resmi encümenlerdeki müzakereleri ve ruhuna kendilerinin nüfus edemedikleri kanun maddelerini bize karşı vesika olarak kullanmak isteyenlar ancak bu vesikaları mütaala etmesini bilmeyenler, şeklin çevresi içinde mahsup olup kalanlar ve kendi kendilerini aldatanlardır.

Bütün bu vesika olarak alınan unsurlar içinde hareketsizliği müdafa eden, artık durmayı müdaafa eden, şekle saplanmayı müdaafa eden bir tek nokta nasıl bulunabilir ki onların hepsi de:

1-Otokrasiden, hem otokrasiyi hem de sınıf mücadelesini inkar eden bir rejime(Halkçılık)
2- Donmuş hükümlerden ve mutlak kaidelerden hareketliliğe(inkılapçılık)
3-Teokrasiden layisizme(layiklik)
4-Kozmopolitlikten millet cüzütamına(milliyetçilik)
5-Müstemleke iktisadiyatından millet iktisadiyatına(devletçilik)
6-Nihayet saltanat hiyerarşisinden halkçı, devletçi,inkılapçı, milliyetçi bir cumhuriyete, giden yol üzerinde ve bu yolculuk içinde yazılmış, söylenmiş şeyler ve ifade edilmiş hedeflerdir.
Bu şeylerde ve bu hedeflerde hareketsizlik sezmek, şekilcilik sezmek, yani artık durmuşluk ve yorulmuşluk sezmek ancak duran ve yorulanların işidir.

Teşkilatımı esasiyemizdeki halk hakimiyeti bize ancak şeflerin ve programların hiç durmadan izah ettiği sınıfsız ve tezatsız Türk Cemiyeti'ni sevdirir. Bir kere şu sözleri dinleyelim:

"-Efendiler!

Biz hakkımızı mahfuz bulundurmak, istiklalimizi emin bulundurabilmek için heyeti umumiyemizce, heyeti milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız"- Gazi Hazretlerinin 1/1/337 tarihinde teşkilatı esasiye kanununun Büyük Millet Meclisi'nde izah eden nutuklarının zabıtından-

Bir de kara skolastik zihniyetle teşkilatı esasiye kanunumuzu bir nakil, bir kopya gibi düşünen kürsü alimlerimizin yazılarını düşünelim. Bu iki telakki arasında ne cevher ne şekil itibariyle bir zerre kadar alaka yoktur. Bunun içindir ki bütün sesimizle haykıralım:

"-Bizim teşkilatı esasiyemizdeki halk hakimiyeti de Almanya'daki, Rusya'daki İngiltere'deki, Fransa'daki yahut Amerika'daki bombalı, barikatlı, milisli ve faşistli anarşi nizamının, tezatlı nizamın bir kopyasıdır. Biz onu oralardan aldık ve biz ancak o memleketleri ve o nizamları özlüyoruz. Bizim için ideal olan, ruhumuza sukün ve emniyet veren bu kavga ve hercümere manzarasıdır.Nidelim ki gözümüz onlara açılmış ve ciğerlerimiz o havayı almıştır"

diyenler, lütfen gönüllerinin diledikleri bu ideal ülkelere gidebilirler. Oralarda onların anladığı ideal demokrasi var. Sınıf mücadelesi var. Emperyalizm vardır.

Fakat bizim vatanımız tezatsız bir cemiyetin yurdu olacaktır. İnkılapçı, yani mütemadiyen "DAHA YENİ" ve "DAHA İLERİ"ye koşan bir milli mefkurenin vatanı olacaktır.

Re: LİBERALİZM Mİ(SÖMÜRÜ MÜ) DEVLETÇİLİK Mİ(PAYLAŞIM MI)?

Gönderilme zamanı: 19 Kas 2008, 20:25
gönderen moments
TÜRK SOSYALİZMİNİN İLKELERİ

27 Mayıs devriminin en mutlu meyvesi olan yeni anayasamız düşünce özgürlüğü ilkesini teminat altına alarak Sosyal Devlet anlayışına dayandığından yurt kalkınmasının köklü reformlara mümkün olabileceğine inanan iyi niyetli kişiler için çekinilecek bir husus kalamamıştır. Bu özgürlük havasından kuvvet alan 1200 yürekli kişi 1961 yılı aralık ayında yayın hayatına bir bildiri ile atılan “YÖN” dergisinin ekonomik ve sosyal konularda ki görüşlerine katılarak bildiriyi imzalamışlar ve aralarında 100 sanat ve fikir adamı, 60 üniversite mensubu, 75 eğitimci, 35 yüksek mühendis, 25 doktor, 30 avukat, 10 hakim ve cumhuriyet savcısı, 20 maliyeci, 4 tabii senatör, 4 mebus ve 10 eski kurucu meclis üyesi olmak üzere yüzlerce aydın ve yürekli kişi sosyal inançlarını ortaya koymuşlardır.

Ancak bu bildiride yuvarlak ve müphem kelimelerle ileri sürülen düşünceler geniş halk yığınları arasında gerekli ilgiyi bulamamış ve hatta bazı kuşkular doğurmuş olduğundan yurdumuzda sosyalizm uygulamasının hangi alanlarda mümkün ve zaruri olacağını daha açık ve seçik bir dille anlatılması lazım geldiği kanısındayız.

Bu maksatla 29 yıllık devlet hizmetinin her kademesindeki bilgi ve görgülerimize dayanarak düşüncelerimizi açıklamayı uygun bulduk ve aşağıda izah edeceğimiz beş konu üzerinde devletleştirmenin zaruri olduğuna inandık.

Sosyalizmin Uygulama Formülü

Yurdumuzda sosyalizmin uygulama formülü olarak bir sihirbaz değimi ile ileri sürdüğümüz bu formülü açıklayalım. Aşağıda izah olunan beş madeninin baş harflerinden aldığımız bu formülün kapsadığı ekonomik konular şunlardır;

1- Toprak reformu
2- Dış ticaretin millileştirilmesi
3- Kredi sanayinin millileştirilmesi
4- Sigorta Sanayinin Millileştirilmesi
5- Büyük Sanayi ve Madenlerini Millileştirilmesi

20. yüzyıl insanlarının yeni inancı olan sosyalizminde Türkiye’deki uygulama şartı bu beş konudan ibarettir sanıyoruz. Yurdumuzu sömüren, kanımızı iliğimizi kurutan, asalak haşarata karşı yeni bir DDT formülü düşündük ve bu formülü bulabildik. Şimdi nedenlerini anlatalım.

Son yıllarda Milli Gelir İstatistikleri çok önemli bir gerçeği açıkladı. Yurdumuzda milli gelirin %38’i nüfusun %2’i yani 540 bin mutlu kişi üzerindeymiş. Demek ki 50 milyarlık milli gelirin 19 milyarı 540 bin kişiye dağılmış oluyor ki bu da adam başına yılda 35 bin lira gibi fazla büyütülemeyecek bir rakam teşkil etmektedir.

Ancak bu %2’nin %90’nı orta gelirli arazi sahipleri ve orta derece kazanan banka ve sigorta şirketleri ortakları, fabrikatörler ve madenciler olduğunda milli gelirin onda biri yani 5 milyon lirası sayılan 5 bin kişiyi aşmayan büyük sömürücüler tarafından bölüşülmektedir. Bunların milli gelirden ortalama payları adam başına en az bir milyon lira olduğuna göre bu beş milyarlılık milli gelirin yukarıda formüle ettiğimiz beş kolda nasıl bölündüğünü açıklamaya çalışacağız. Fransa’da 1936 yılında Sosyalist Leon Blum Kabinesi iktidara geldiği zaman ve bilhassa Stavisky rezaleti patlak verdikten sonra Fransız Milli Ekonomisinin 200 ailenin elinde olduğu uzun boylu neşriyat konusu yapılmıştı. Biz bu kadar karamsar değiliz. Yurdumuzda 5-10 büyük firma haricinde bu kadar geniş çapta merkezileşmiş ticari teşebbüsler ve sanayi yerleri mevcut değildir. Sosyal adalet ilkelerine uymamakla beraber milli gelir biraz daha dağılmış durumdadır. Fakat en geniş ihtimalle dahi milli gelirin %10’nun yani 5 milyar lirasının 5000 kişi arasında bölüşüldüğü de acı bir gerçektir. Bu şahıslardan bazıları birkaç özel işletme ve sınai teşebbüste aynı zamanda ortaktır. Mesela bir özel bankanın büyük patronu aynı zamanda bir sigorta şirketinin kurucu üyesi ve bir sınai işletmeninin de idare meclisi reisidir. Bu gibi kimselerin muhtelif kollardan sağladıkları kazançlar bir araya gelince belki birkaç milyonu da aşabilir. Onun için bu 5000 kişinin ekonomik gücünü küçümsememek lazımdır. Kabul etmemiz icap eder ki bu 5000 becerikli ve cesur iş adamı basın piyasasına, siyasi partilere, seçimlere ve binnetice memleketin kaderine de hakimlerdir. Bunlar aralarında büyük paralar toplayarak düzenlerinin devamını sağlamak için ileri fikirlerle kıyasıya savaşa girişebilirler. Biz bu yazılarımızla beş sömürge kolunda dal budak salan 5000 kişinin çevirdikleri dolapların iç yüzünü ortaya koyarak önümüzdeki savaşlarda ilk amacın bilinmesini ve hedefin aydınlanmasını sağlamaya çalışacağız.

Milli Gelirin Kaymağını Yiyenler

Milli gelirin %10’u yani beş milyar lirasını elinde tutan bu 5000 kişi mutlu azınlık yukarıdaki gruplar arasında adetleri itibariyle ve iş sahalarının genişliği bakımından milli gelir rakamlarıyla orantılı olarak sınıflandıracak olursak;

%40 nispetinde: 2000 büyük arazi sahibi tarım alanında
%20 nispetinde: 1000 ithalat ve ihracatçı dış ticaret alanında
%10 nispetinde: 500 özel banka sermayedarı kredi alanında
%10 nispetinde: 500 sigorta şirketi sahibi sigortacılık alanında
%20 nispetinde: 1000 büyük sanayi ve maden işletmesi sahibi endüstri alanında

5 milyarlık milli geliri rahatça bölüşmektedir. Bunlar aralarında bir nevi iş taksimi yaparak sömürge alanlarını bölüşmüşler ve her grup diğer grubun işletme sahasına sokulmamayı birbirlerine taahhüt etmişlerdir. Liberal ekonominin serbest rekabet kanunları bu beş kolda yürümemektedir. Şu halde savaşımız geniş halk kitlelerine, küçük toprak ve mülk sahiplerine, alın teriyle hayatlarını kazanan namuslu iş adamlarına karşı olmayıp fakir halk yığınlarını sömüren büyük devlere ve büyük iş adamlarına karşıdır. Esasen sayın Maliye Bakanı Şefik İnan önemli konuşmalarının birinde bu yüksek kazançlı sınıfın %37’sinin ayda sadece 140 lira kazanmakta olduğunu ve bu kazanç üzerinden vergi ödediklerini açıklayarak ortaya koymuş olduğundan bu kollardaki faaliyetler devleştirildiği takdirde umarız ki o zavallılar da geçim sıkıntısından kurtulmuş olacaklardır.

Her biri kendi sahalarında çok becerikli iş adamı olan bu 5000 kişinin gerçek kazançlarını gizleyebilmek için ne kurnazlıklar yaptıklarını ve bu dolabı döndürmek için ne gibi çarelere başvurduklarını 29 yıllık devlet hizmetlerimizin her kademesindeki bilgi ve görgülerimize dayanarak açıklayacağız. Ancak şu kadarını şimdiden söyleye biliriz ki yurdumuzda ithalat ve ihracat işleriyle meşgul olan 8000 firmanın %70İ Musevi, Rum, Ermeni, vatandaşlar başta olmak üzere sadece 1000 firma tarafından organize edilmekte türlü döviz kaçakçılığı karları dışın da yılda en az 300 milyon liralık kazanç bu 1000 kişi tarafından sömürülmektedir.

Kredi sanayinde özel sermaye ile kurulan 23 milli bankanın 245 milyon liralık ödenmiş sermayelerine ve 4 milyar liralık mevduata karşılık 52 milyon liralık kar göstererek hazineyi
Nasıl aldattıklarını, buna mukabil 6 ecnebi bankanın 19 milyon lira sermaye ile 19 milyon lira nasıl kar ettiklerini aşağıda özel bankalar bölümünde etraflıca izah edeceğiz. Kanaatimizce bu 23 bankanın karları yekunu en az 150 milyon lira olup her banka için üst üste 20 büyük hissedar kabul edersek bu 150 milyon lira 500 mutlu kişi arasında bölüşülmektedir.

Sigorta sanayinde ise durum başka değildir. Yurdumuzda son yılların enflasyonist gidişinden cesaret alarak kurula n41 sigorta şirketi 1960 yılında sadece yangın, kaza ve nakliyat kollarında 150 milyon liralık prim toplamış olup bunların ödedikleri sigorta hasar tazminatı (kısmen hileli ve muvazaalı yollarda) yekunu 59 milyon liradan ibarettir. Aradaki 91 milyon liralık fark bu 41 şirketin kasalarında kalmakta ve bu karlar da şirketin kurucuları olan mutlu kişiler tarafından bölüşülmektedir.

Büyük sanayi ve madencilik koluna gelince;

Bu tabirin ölçüsünde değişik fikirler, tezler ve görüş noktaları bulunabilir. Bu davayı sadeleştirmek ve çözüm yolunu kolaylaştırmak için şöyle bir ölçü kullanmayı düşündük. Memleketimizde sanayi kolunu millileştirilmesine esas olarak 50 işçiden azal adam çalıştıran veya yıllık mamulatının satış yekunu beş milyon lirayı aşan sınai işletmeleri büyük sanayi olarak kabul ediyoruz. Nitekim yurdumuzda 30 binden fazla sınai işyeri bulunduğu halde bunun %3’ünü yani 1000 adetini büyük sanayi işletmesi olarak kabul etmekteyiz. Burada sanayi kolunun istihsal ettiği ürünün çeşidine, hammaddesinin nevine, memleket halkının ihtiyaç derecesine göre de bir tasnif yapmak mümkündür. Fakat biz şimdiye kadarki çalışmalarımızda sanayi ve madencilik kolunda kafi derecede tecrübe müşahede imkanı bulamadığımızdan bu kola ait tatbikat formülünü daha tecrübeli uzmanların düşüncelerine bırakmaktayız.

Diğer Önemli Konular

Yukarıda beş madde içinde kısaca özetlediğimiz bu ana prensipler, dışında moral yönden sosyal bünyenin hazırlanması, eğitim problemleri, işçi hakları gibi temel hürriyetlere ait konular bulunduğu gibi memlekette sosyal adaletin sağlanması için alınacak bir çok tedbirler ve bu ana davaların çizgisi dışında görülmüştür. Ezcümle vergi reformu, arsa spekülasyonunun önlenmesi, lüks inşaatın önlenmesi, ucuz mesken ifşaatı gibi daha bir çok meseleler mevcuttur. Bizim formüle ettiğimiz husus yurdumuzda sosyalist düzenin uygulanabilmesi için sadece ekonomi,k yönden ele alınacak birinci plandaki konulardır. YÖN’ün bildirisinde yuvarlak deyimlerle temas edilip geçilen bu hususlar bir çok aydın çevrelerde tereddüt uyandırdığı için beklenen neticeyi vermemiş olup sosyalizm kelimesini ağzımızın içinde eveleyip geveleyeğimize sosyal gerçekleri olduğu gibi ortaya sererek çareleri aramak daha uygun olacak kanısındayız.

Bu suretle ele alınacak ekonomik konulara hem daha aydınlık bir hüviyet verilmiş olacak ve hem de olumlu bir tartışma konusu ortaya atılarak çözümlenmesine çalışılacaktır. Diğer taraftan sosyalizm uygulanırsa milyonlarca vatandan işsiz kalacak, esnafın sermayesi elinden alınacak, küçük topraklara el konulacak, din, iman ve mukaddesat çiğnenecek diye üstü kapalı yaygaralarla etrafa korku saranların maskelerini indirmek için de bu reformların sadece 5000 kişiyi hedef tuttuğunu, bunların döndürdükleri dolap önlenirse milyonlarca vatandaşın mutluluğa kavuşacağını savunmamız kolaylaşmış olacaktır. Çünkü halkın anlayamayacağı yuvarlak ve müphem kelimelerle kaypak terimler kullanılırsa herkeste bir ürküntü uyanmaktadır. Geniş halk kitleleri bilmelidirler ki milli gelirin %40’ını büyük toprak ağaları, %20’sini dış ticaret kodamanları, %10’unu özel banka sermayedarları, %10’unu sigorta şirketleri sahipleri, %20’sini de büyük sanayici ve madenciler sömürmekte ve geri kalan 27 milyonun sefaleti pahasına bu saltanatı sürdürmektekidirler.

Ama bu umutlu azınlığın ellerinde kiralık kalemşörları, gerici din adamları, mukaddesat çığırtkanları, meclislerde sözcüleri, köşe başlarında gözcüleri vardı. Hem de tümen tümen. Bunların naşırına basan bir adamı mahvetmek için yapmayacakları fedakarlık, göze alamayacakları hainlik yoktur. Nitekim YÖN basın piyasasına çıkıpta ilk sayılarında yayınlanan bildiriye geniş bir ilgi gösterilince hemen telaşa düşmüşler, ticaret odalarında toplanarak ve bütçelerinden paralar ayırarak tedbirler düşünmüşlerdir. Tabikidir ki büyük sömürücülerin sayıları 5000 den fazla olmasa da bunların etrafında el pençe divan duran onların artıklarıyla beslenen daha binlerce asalaklar vardır. Onlar çok kere yaladıkları kemiklerin elden gideceği ürküntüsüyle asıl patronlarından daha saldırgan ve kudurgandırlar. Asıl patronlar ağız açıp neşriyata cevap bile vermek lütfünde bulunmazlar. Onlar çarçurları saldırtırlar. Gazeteleri toplatırlar, idarehaneleri taşlatırlar, ve emniyet makamlarına jurnaller vererek bu yiğit yürekli adamları lekelemeye çalışırlar.

Mitolojide Diyonizes büyüsünü bozanda matematikçi bir kahin değil midir? ünlü alman yazar Göthe ne güzel söylemiş: “rakamlar dünyanın nasıl idare edileceğini belki söylemez, ama nasıl yönetildiğini pek ala gösterir.” Demiş. Rakamların diline kulak verelim,istatistikleri konuşturalım, tahriklere uymayalım. Ama bu kutsal davanın saflarına kökü dışarıda kişileri, günlük çıkarlarına bağlı yüreksiz adamları sokmayalım.


Ankara 1963

Re: LİBERALİZM Mİ(SÖMÜRÜ MÜ) DEVLETÇİLİK Mİ(PAYLAŞIM MI)?

Gönderilme zamanı: 19 Kas 2008, 20:25
gönderen moments
İstiklal Harbi-Rus İnkılabı

İstiklal Harbi sırasında aramızda teessüs eden dostluk tesadüfi bir şey değildir. Rus internasyonalistleri ile Türk Nasyonalistleri arasında nazari sahada mevcut derin tezatlara rağmen - iki taraf inkılapçılarının ilk gününden birbirlerine el uzatmalarına siyasi ve askeri zaruretlerden doğmuş bir hadise nazarıyla da bakamayız. Her iki cephenin düşmanları bir olmasaydı, biz, gene inkılap platformundan yan yana mevki alacaktık. Lenin Türkiye'de bir milli hareketten haberdar olduğu gün tarihi materyalizme görüşünden bu hakikati anlamıştır. Mustafa Kemal, kendine has intuision kudretiyle her iki hareket arasında -birleşik demeyeceğim- muvazi hattı mebdeinden keşfetmiştir.

Moskova'daki komunizm şefi, "Dünya yüzünün bütün milli istiklal davaları bizim davamızdır" derken, Ankara'daki nasyonalist şef, düşman kelimesi yerine "Avrupa imperialistleri" tabirine ikamet ederken öbürü berikinin, dilini konuşmuş, beriki öbürünün yerine söylemiş oluyordu.

Türk nasyonalist inkılap edebiyatıyla, Rus komunist inkılap edebiyatı arasındaki bu benzeyiş de rastgele bir şey değildir.

GAZİ'nin Birinci Millet Meclisi'nde söylediği nutuklarından bir çok kere dahil ver hariçte "Komunizmaya mı gidiyorlar?" velvelesini tahrik etmesi bu yüzdendir. Gazi, hiç bir vakit komünizmaya meyletmedi. Hatta, en nevmit zamanlar için bile düşündüğü komünizma değildi. Fakat milli kurtuluş cidalinin şefi ile internasyonalist komunizma şefinin karşısına dikilen cephenin üzerinde "imperialist" yaftası asılı idise, her iki tarafın bu kelimeyi aynı tarzda okumaması için ortada bir sebep yoktu.

Bazı Hadiselerin Manası

Bu iytibar ile, komunist inkılabı üzerine İngiltere'nin Arkanjel'i işgali, Japonya'nın beyaz Rus askerleriyle beraber Sibirya'da bir cephe kuruşu, Fransa'nın Karadeniz'e donanmasını göndermesi mana ve mahiyetçe İstanbul'un, İzmir'in ve daha bir çok vatan parçalarımızın işgal ve istilyalarından farklı değildi.

Rusya, Çarlık Rusya'sı bütün o haşmet ve debdebesine rağmen Avrupa nazarında iktisaden geniş bir müstemleke, tabi bir pazar olmaktan başka bir kıymet ve ehemmiyete haiz bulunmuyordu. Fransız Bankalarının en hovarda müşterisi, İngiliz emtiasının en sadık alıcısı Rusya idi. Japonya bir istiridye kabuğu gibi, tayfunlu sarı denizin dalgalarında sallanan adaları üstünde kaç yıldır Mançuri'den Sibirya'nın engin topraklarına giden yolları gözetliyordu.

Bütün bu bakımlardan iytilaf devletleri için Rus İnkılabınan vehameti yalnız Cihan Harbi'nde şark cephesinin bozuluşuyla kalmadı. Fakat, yeni bir iktidadi nizamın başlangıcı olmak dolayısıyla imperialistlerin istikbale ait tüm ümitlerini kırdı geçirdi ve Kızıl Rusya ülkesi, müflis bir kibar zadenin şatosu gibi alacaklı mürabacılar, bezirganlar, simsarlar ve gasıplar tarafından çepçevre çevrildi. Lakin, bu aç gözlü menfaatciler, komunist inkılabını abluka altına alırlarken asıl maksatlarını asla ifade etmiyorlardı. Tıpkı Cihan Harbi'nde olduğu gibi insani(!) davanın müdafaası uğrunda çalıştıklarını söylüyorlardı.


YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU // ANKARA, MOSKOVA, ROMA 1

Re: LİBERALİZM Mİ(SÖMÜRÜ MÜ) DEVLETÇİLİK Mİ(PAYLAŞIM MI)?

Gönderilme zamanı: 19 Kas 2008, 20:26
gönderen moments
Cavit Bey İktisatçılığı


Bazen çok büyük sözlerin veya dolambaçlı iddiaların altında çok basit hakikatlar gizlidir. İsmail Fazıl Bey'in "İnkılap Devletçiliği veya İhtilal Devletçiliği"... ilah kombinezoları altında saklanan mana da bu basit hakikatlerden biridir: Cavit Bey İktisatçılığı!

Burada harp sonu lehçesinin bazı kelimeleri, Halk Fırkası programının bazı ibareleri ve nihayet demaske olmuş bir münakaşa tekniğinin bir takım oyunları, İbrahim Fazıl Bey'in manevi şahsiyetini teşkil eden ve ondan ayrılması kabil olmayan Liberal yani anti etatist bir görüş tarzının ve zihniyetinin maskesi olarak kullanılmıştır.

Caviy Bey İktisatçılığı üstünde KADRO kendi telakkisini daha evvel de söylemiştir:

"Metot itibariyle Avrupa'lı olmakla beraber mimmi taharrilerden gıda almayan, yani bizim için doğru olmayan, orijinal bir iktisar ilmi, yani revizyonsuz bir Colson bir Chari Gide ancak bir CAVİT BEY iktisatçılığı verir."

"Cavit Bey İktisatçılığı müstemleke iktisatçılığıdır. Cavit Bey İktisatçılığı için sadece avuç açmak ve sadece haysiyet fedakarlığı etmek kafidir. Cavit Bey İktisatçılığı için Galata Bankerliğinin kirli havasını teneffüs etmek ve bu havaya tahammül edebilmek kafidir."

Şimdi de şunu ilave edelim. Cavit Bey İktisatçılığı Meşrutiyet Türkiye'sinin İktisadi siyasetidir. Bu iktisat siyasetinin ana hatları şöyle hülasa edilebilir:

1-)Garp sermayesiyle genüş ve müsamahakar teşriki mesai. Ecnebi sermayesinin imtiyazlar verilmesi suretiyle celbi. Meşrutiyet teammülleri dahilinde istikrazlar.

2-)Gümrüklerde serbesti ve yahut himayenin ancak bazı gıda maddelerine tatbiki.

3-)Duyunu Umumiye'ye sadakat ve borçları kayıtlar ve şartlar altında göstermeden kabul etmek.

4-) Osmanlı Bankası'nın imtiazlarının masuniyeti ve Devlet bankası fonksiyonlarının bu bankada toplanması.

5-) Dahilinde inhisarlardan kaçınmak

6-) Milli Sanayi tesislerinden müctenip bulunmak(Meşrutiyetin bu sahadaki hareket tarzları malumdur)

7-) Türk unsurlarının iktisadi rollerini daha ziyade Rum, Ermeni ve saire gibi ekalliyetlerin ecnebi sermaye ve emtiasına mutavvassıtlık rollerini kazanmak, benimsemekle tehdit etmek.


Bu maddelere daha çok şey ilave edilebilir.

Bu menfur Meşrutiyet İktisatçılığı ve Cavit Bey zihniyeti, Meşrutiyet'in bitişi ve Cavit Bey'in Nezaret sandalyesinden çekilişi ile sona ermiş değildir. Milli Kurtuluş Hareketi'nin zaferi ve Lozan'ın mücadelelerinin kaznaılışından sonra da bu telakki sistemi zaman zaman Türk vatandaşının fikri saffetini bulandırmamış değildir.

Bir aralık bu zihniyet 1908 İnkılabı'nın kahramanı sayılan eski İttihad ve Terakki Fırkası'nın, Lozan'dan sonraki devirde de sekter vaziyetlerini muhafaza eden bazı mümessillerinde göründü.

Bu gizli meşrutiyetçilik sadece bir kısım insanların veya bir kısım fırkaların program gıdası olmakla da kalmadı. Devletçiliğe karşı geniş bir liberalizm günden fırka hareketi arkasından Şark Vilayetlerinde feodalizmin ve her tarafta irtica anasırının, ecnebi sermayesi ajanlarının isyan ve ihtilali parladı.(1925)

İrtica en sağ cenahından, şeyhlerden, mütegallibelerden, opportunistlerin(Ecnebi sermayesi mümaşatçılarının) en münevver anasırına kadar İnkılabın Derinleşmesi Karşısında Menfaatleri Bir Olan iktisadi tabakalar çeşit çeşit hareketlere girdiler.Silah elde isyanlardan, komplolara kadar her cins vasıtalara başvuran vahşi bir "aksi inkılap" dalgası esti.

Son Takrir-i Sükun devresi bu iki zıt temayülün, yani Meşrutiyet zihniyeti ile derinleşen inkılapçılığın çarpışmaları ile doludur.

****

Hayır Fazıl Bey Hayır.. Bir takım cümle kombinezonlarına neden lüzım görüyorsunuz? Ne İnkılap Devletçiliği, Ne İhtilal Devletçiliği; kısaca

AÇIK VE CESARETLİ DEVLETÇİLİK.

Açıklık ve fikir cesareti...... İşte sizin ile bizim aramızda müşterek olmayan asıl budur.


ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR // CAVİT BEY İKTİSATÇILIĞINA DAİR

Re: LİBERALİZM Mİ(SÖMÜRÜ MÜ) DEVLETÇİLİK Mİ(PAYLAŞIM MI)?

Gönderilme zamanı: 19 Kas 2008, 20:26
gönderen moments
Devletçilik Karşısında Zümre Menfaati ve Münevver Mukavemeti

İnkılabımızın Devletçilik prensibini, muz müsillu niyete göre tat değiştiren bir nesne olarak kullanmak isteyenler var.

Onun hakkında yapılan tefsirler ve izahlar gayet çeşitli ve boldur.

Bu kelime etrafında adeta skolastik medrese münakaşalarını andıran bir hava çalkalanıyor.

Niçin?

Çünkü bu prensip:

1-) Muhtelif zümrelerin maddi menfaatleriyle doğrudan doğruya taarruz halindedir.

2-)Daha henüz tam olarak devlet siyasetimize mal edilememiştir.

3-)Liberal ve ferdiyetçi bir dünyayı görüş tarzının anane ve teammülleriyle taban tabana zıt bir telakki sistemini zaruri kılmaktadır.***

Çünkü, milletin umumü menfaatlerini her şeyin üstünde tutan devletçi iktisat siyaseti bir çok sahalarda, tabiatıyla hususi menfaat zümreleriyle çarpışmak mecburiyetinde kalacaktır.

Mesela, bu gün Teşviki Sanayi Kanunu'nun verdiği imtiyazlara, gümrük tarifemizin himayelerine, ticaret siyasetimizin tedbirlerine, gümrük ve vergi muafiyetlerine sırtını dayayarak gelişi güzel ulu orta teessüs eden bir takım geri teknikli sanayinin mümessilleri, devletçi bir sanayi siyasetinin tatbikini, hiç şüphesiz ki, alkışlamayacaklardır.

Çünkü devletçi bir siyaset indinde milli sanayi demek, küçük bir zümrenin devlet kasasından ve millet kesesinden yapılan fedekarlıklar hesabına kuvvet bulması demek değildir.

Türk Devletçiliği, bütün iktisadi faaliyetleri devlet insiharına almak isteyen bir sistem olmamakla beraber, hususi teşebbüs erbabına:" Ben sizin arkanızdayım, istediğiniz gibi çalışın dilediğiniz gibi kazanın" diyen bir kapitalistçe himayecilik de değildir. Türk Devletçiliği memleketi en kısa sürede ileri ve yüksek bir iktisat bünyesine kavuşturmak için, ister hususi teşebbüs halinde ister devlet teşebbüsü halinde olsun, bütün mevcut ve olacak teşebbüsleri yalnız millet menfaati ve millet iktisadiyatının ahengi bakımından bir kül halinde mütaala ederi

Halbuki bu gün, Türkiye'de kurulan hususi sanayi teşebbüslerinde hakim olan prensip sadece müteşebbislerin kar hesaplarıdır. Ve devlet sanki, bu kar hesaplarının tahakkuku için tedbir almakla mükellef bir müessese gibi telakki edilir. Memleketimize en ziyade himaye ve teşvik gören zümre sanayiciler zümresi olduğu halde, bunlar sırf sermaye, teknik ve bilgi seviyelerini geriliği ve yetersizliği yüzünden, hiç bir vakit memnun görünmezler ve daima daha fazla himaye isterler.Ve buna karşılık hiç bir taahhüt altına girmeye de yanaşmazlar.

Devletçi bir sanayi siyaseti, bu bir taraflı zümre siyasetine, tabidir ki, son verecektir.

Teknik, sermaye, ihtisas bakımlarından geri ve kifayetsiz olan sanayi teşebbüslerine karşı - ki bu gün sanayi müesseselerimizin bir çoğu bu kabildendir- devletçi bir siyaset, on para bile fedekarlıkta bulunmaz. Çünkü, milletin küçük bir azlığı lehine işleyen böyle bir himayecilik siyaseti, inkılabımızım milliyetçilik ve halkçılık prensiplerine tezat teşkil eder.

Ve gene çünkü, Türkiye'nin sanayileşme davası, hiç bir vakit millet içinde - her ne pahasına olursa olsun- bir sanayici zümresi yaratmak değil, millet iktisadiyatımızın bütünlüğü ve ahenkliği davasıdır.

Bu davanın gerçekleşmesi için, devlet ve milletçe bir fedekarlık yapmak gerekiyorsa - ki eder- bundan , en ziyade yüksek teknikli, sağlam sermayeli ve ihtisaslı devlet teşebbüslerinin istifade etmesi en tabii ve en makul olandır. Hususi teşebbüs, ancak teknik, sermaye ve ihtisas kifayetlerini haiz olduğu takdirde ve devlet sanayi planının tespit edeceği esaslar dahilinde çalışmak şartıyla, kontrollü bir himayeye liyakat kesbedebilir.

Beş beygirlik motor kuvvetini herhangi bir dükkana yerleştirdikten sonra, devletin teşviki sanayi kanunundan, gümrük himayesinden, vergi muafiyetlerinden, kontenjan tedbirlerinden istifade hakkını, adeta bir millet borcuymuş gibi telakkiye alışmış olan hususi müteşebbislerin, devletçi bir siyasete taraftar olmalarına imkan var mıdır?

İşte gerek sanayi, gerek ticaret ve ziraat sahalarında devletçi bir iktisat siyasetinin tatbikatından hususi ve zümrevi menfaatleri görecek olanlar, hiç şüphsiz ki, inkılabımızın devletçilik prensibine taraftar değillerdir.

Çünkü bunların indinde, millet iktisadiyatı denilen şey, sadece kendi hususi teşebbüsleridir. Ve yine bunların indinde devlet, sadece müşfik bir süt ninedir.

***


Devletçilik Prensibi, Daha Henüz Tam Olarak Devlet Siyasetimize Maledilmemiştir

Eğer devletçilik prensini tam olarak devlet siyasetimize mal edilseydi, bu gün bu münakaşaları yapmazdık. Cumhuriyetçilik, yahut laiklik prensipleri üzerinde herhangi bir münakaşaya cevaz verilebilir mi? Mesela bir vatandaş çıksa, Teşkilati Esasiye kanunumuzun 75'ince maddesine dayanarak:

"Ben bir tekke açacağım, ayin yapma hakkını bana teşkilattı esasiye kanunu bahşetmiştir" dese akıbeti nice olur?

Yahut diğer bir vatandaş da yine Teşkilatı Esasiye kanunundaki söz hürriyetini ele alarak:"(Ben saltanat ve hilafet taraftarıyım) dese, encamı neye varır?

Demek ki inkılap prensiplerimizin kanunlaşmış, yani devlete mal edilmiş olanları üzerinde en küçük bir laubaliliği bile kabul etmiyoruz.

O halde devletçilik prensibi, daha henüz tam olarak kanunlaşmadığı, sadece fırka programında kaldığı içindir ki, bu gün hala münakaşa mevzuu olabiliyor.

Fırka programınca devletçiyiz, Devlet siyasetince, daha henüz tam devletçi olamadık.

Bu hakikatı açıkça söylemekte yarar vardır. Çünkü, bu gün ancak devletçi temayüller taşıyan iktisar siyasetimizi, tam bir devletçi siyaset olarak göstermek isteyenler var. Türk Devletçiliğini, artık en liberal ülkelerde bile tatbik edilen himaye ve müdahalecilikle bir tutmak isteyenler var.

Hatta, bundan da daha ileri giderek, devletçilik prensibinin geçici olduğunu iddia etmek curetinde bulunanlar bile var. Eğer bu gün devletçilik prensibinin geçici bir vasıta olarak telakkisi ve telkini, Cumhuriyetçilik ve laiklik prensiplerinin geçici olduğunu iddia etmek gibi kara bir irtica sayılmıyorsa, bunun sebebini, bu prensibin henüz kanunlaşmamış olmasında aramalıyız.

Herhangi bir inkılap prensini kanunlaşmamış olabilir.

İnkılaplar ilerledikçe, prensipleri kanunlaşacaktır. Mesele bu değildir. Asıl mesela, inkılaba fren olmak isteyenlerin, bu günkü vaziyeti SON nokta olarak göstermeye çalışanların, kendilerini inkılabın sadık çocukları sanmalarında ve inkılap prensiplerinin derinleşmesi ve yayılması için akıllarının erdiği kadar çalışanların da inkılap düşmanı olarak teşhire cüret edebilmelerindendir.

Fakat, biz eminiz ki, hilafetin ılgasından evvel gazetelerde bu mevzu etrafında yapılan menfi neşriyat, bu prensibin kanunlaşmasına nasıl engel olamadıysa, devletçilik aleyhinde yapılan sinsi ve riyalı neşriyat da bu prensibin tahakkuna set çekemeyecektir.Yaşayan görür.

***


Liberal ve Ferdiyetçi Hayat Telakkisi Türk Devletçiliği Hazmedemez
Türk Devletçiliği'nin gizli veya açık aleyhinde bulunan münevverler, eğer muayyen bir zümrenin şuursuz müdafilleri değilerse, muhakkak ki, muayyen bir hayat telakkisinin esirleridirler:

Liberal ve Ferdiyetçi Hayat Telakkisi


Garbe doğru çevrilen tefekkür hayatımızın ilk göz ağrısı, bu telakki tarzı olmuştur. Ta Tanzimat'tan beri memleketimize ithal olunan fikir balyaları, hemen münhasıran nu mektebir mahsulüdür.

Adeta Türkiye'de ariyet bir ferdiyetçi münevverlik sanatı teessüs etmiştir. Ve yıkılan Darülfünun da, sanki bu tip bir münevverler yetiştirmek için kullanılmış bir kuluçka makinesi idi!..

Saltanat Türkiye'sinin içtimai ve siyasi şartları içinde, ancak bu şartların devamını temin edecek bir müstemleke ideolojisi yaşıyabilirdi. Buna karşılık ilk reaksiyonu Ziya Gökalp verdi. Fakat, o da zamanın şartlarına uyarak bir nevi oportunizme kaçtı ve mistik bir mefküreciliğe saplandı. Halbuki, inkılabımız, Ziya Gökalp'in ideal olarak tehayül ettiklerini çoktan aşmış ve daha da ileriye giderek önümüze yeni yeni davalar sermiştir: Devletçilik bunlardan birisidir.

Cavit Bey iktisatçılığı indinde devletçilik, bir nevi küfür sayılır. Ziya Gökalp'in iktisatçılığı ise, ancak küçük esnaf işlerinin millileştirilmesini isteyecek kadar inkılapçı idi. Böyle bir hava içinde yetişmiş münevverlik, inkılabımızın devletçilik prensibini, hiç şüphesiz ki hazmedemez. Fakat bizim inkılap hamlelerimizin seyri takip olunursa görülür ki, her prensip daima Gazi'nin kuvvetli iradesiyle fiil ve vak'a haline geldikten sonra münevverlerin şuuruna ve fikriyatına sirayet edebilmiştir.

İşte nitekim devletçilik prensibi de fırkamızın programına girdiği halde, sokak ve kürsü münevverliği bu inkılap hamlesinde de geriliğini ve idraksizliğini elden bırakmamıştır. Bu hamleyi anlayacak, onu izah edecek, yaşatacak ve derinleştirecek yerde, Gazi'nin nutuklarında işaret buyurdukları gibi, bir sinsi hukuk ve bir bayat telakki galatiyle onun da önüne dikilmiş, demagoji, tahrif ve iftira silahlarıyla milli rejimizin esas undelerinden biri olan bu prensibi de köreltmeğe ve iptizale düşürmeğe çalışmıştır. Fakat, inkılabın iradesi nasıl her zaman hükmünü icra etmişse, tarihi zaruretin seyri nasıl her zaman emrini yerine getirmişse, bir tarihi zaruretin ve inkılap iradesinin diğer bir tesellisi olan Türk Devletçiliği de, yalnız bizim için bir terakki değil, bütün bize benzer memleketler için de numune ve timsal olacak şekilde seyrine ve tekamülüne devam edecektir.

Biz buna inanıyoruz.

Ve inanmayanlar da inanacaklardır.