
LİBERALİZM Mİ(SÖMÜRÜ MÜ) DEVLETÇİLİK Mİ(PAYLAŞIM MI)
16.Yüzyılda Avrupa kendi kıtasına sıkışmış, ekonomik bozukluklarla baş edemeyen, dogmatik bir şekilde yönetilen, açlık ve sefaletle boğuşan bir kıtaydı. Bugüne baktığımızda ise geçen beşyüz yıllık süreç içerisinde Avrupa’nın yaşadığı dalgalanmalar veya krizlere rağmen üst düzey bir yaşam sürdürdüğünü gözlemleyebiliriz. İşin diğer tarafı Avrupa’nın bu ileri gidişine, yükselmesine karşı doğunun geriye gidişi ve fakirleşmesi eşzamanlı olarak birbirini takip etmiştir. Avrupa’nın o geri kaldığı zamanlarında ise tarih bize zengin doğu krallarından, imparatorlarından, şahlarından bahsediyor.
Liberalizmin kaynağı olan Avrupa’nın bu düşünceyle nasıl ve hangi şartlar altında tanıştığını ve uygulamaya koyduğunu irdelemeden liberalizm hakkında hem fikir yürütmekte zorluk çekeriz, hem de diğer ulusların liberalizmle veya buna karşıt olarak karşımıza çıkan devletçilikle ne şekilde tanıştığını, hangi ekolu neden kabul ettiğini anlamamız imkansızlaşır.
Avrupa’nın liberalizmimle tanışması tabiki bir sermaye birikiminin sonucunda olmuştur. Çünkü liberalizm her alanda olduğu gibi ekonomide de temel aldığı düşünce bireyin sonsuz bir özgürlüğe sahip olmasıdır. Hem de bu özgürlük bireyin başka bireylerin özgürlüğüne tecavüzünü meşru kılan, onu ezmesine göz yuman bir özgürlüktür. Sermaye birikimini de elbette bu sürece geçilmesinde önemli bir aşamadır. Liberalizmin getirisi kısa dönemde elbette kapitalizm olacaktır.
Peki Avrupalı bu sermaye birikimine nasıl ulaşmıştır. 16. Yüzyıla tekrar döndüğümüzde Avrupalının içinde bulunduğu bu çıkmazdan nasıl kurtulduğunu rahatça görebiliriz. Elinde hammaddesi olmayan, ticaret yollarında egemenliği bulunmayan Avrupalı, bu dönemde gemilere atlayıp hem hammadde bulmayı, hem de yeni ticari yollar keşfetmeyi amaçlamışlar ve bunda da başarıyı yakalamışlardır. Bu dönemde Avrupalının bu hammaddelere ulaşmak adına yaptığı kıyımlara, ırkları-kavimleri toplu olarak yok etmelerine, oradaki medeniyetlerdxen eser bırakmadıklarına ,ayrıca değinmeye çok gerek yok. Zaten dünyada yaşayan herkes-Avrupalılarda dahil- bu sermayenin meşru olmayan zor alım yoluyla elde edildiğini çok iyi biliyordur mutlaka. Ama burada vurgulanması gereken nokta bu sermayenin Avrupa’da yarattığı özgürlük temelli felsefesi liberalizmle, sermayeyi elde ediş biçiminin çelişmesidir. Ama diğer yandan liberalizmin getirisi kapitalizmin, toplumu oluşturan fertlerin küçük bir kısmını sömürerek, bu birikimi kendi tekellerine almasını da göz önünde bulundurursak, batılı ulusların hammadde için diğer uluslara karşı yapmış olduğu bu topyekün savaşı anlayabiliriz.
Avrupalı yağma politikasını sonunda sömürgelerden elde ettiği sermayeyi kendi merkezlerine taşıyarak merkantilizm dönemine geçmiş oldular. Sefalet içinde geçen yıllardan sonra şimdi Avrupalının elinde büyük bir para birikimi vardı. İlk aşamada bu para birikimi belli başlı gemi şirketlerinin elinde toplanmıştı. Bunu takip eden süreçte artık Avrupalı tarımını modernleştirebilmekte, bundan oluşan artı-değerle sanayisini geliştirebilmektedir.
Peki bu sermaye birikimi nasıl paylaşılacaktı? O amanlar Avrupalı bunu düşünmekteydi. Bu sermayeyi Avrupa’ya getiren belli başlı şirketlerdi ve bu şirketlerin bu sermayeyi toplumla paylaşma gibi bir düşünceleri hiçbir zaman olmadı.
Avrupa’da Sermaye-Devlet Ve Kapitalizm
Avrupa’da biriken bu sermaye birikiminin yanı sıra, bazı siyasi gelişmelerde süreci etkiliyordu. Sermayenin gelmesine eş zamanlı olarak Avrupa’da Aydınlanma Devriminin gerçekleşmesi, sermayenin paylaşılması konusunda ki fikirlerin piyasaya çıkmasına neden olmuştur. Bu açıdan Aydınlanma Devrimi, getirdiği yeni sosyal hayatın yanı sıra, çıkış itibariyle üretiminin oluşması üzerine temellenmiştir. Bunun yanı sıra Aydınlanma Devriminin sadece batı toplumunun çelişkilerini yansıtan bir devrim olup, sömürgeler için bir çözüm üretmediğini de söylemeden geçemeyiz. Fakat bu konu yazının ileriki bölümlerinde detaylı bir şekilde ele alınacağından burada üzerinden geçiyoruz.
Tabi ki bu sermayenin Avrupa’da ortaya çıkardığı bir diğer olgu da ulus-devletlerdir. Fakat burada bahis geçen Ulus-Devlet kavramı, o zamanlarda kurulan ülkelere baktığımızda muallak bir kavram olarak ortaya çıkıyor. Çünkü bugüne baktığımızda Avrupa’da ki bir çok devletin ulus özelliği göstermediğini gözlemleyebiliriz( Hollanda, Belçika..vb..). Aslında bu dönemde kurulan devletlere Ulus-Devletten çok Sermaye- Devlet dememiz herhalde daha doğru olacaktır. Çünkü sömürgelerden toplanan sermaye etrafında öbekleşerek kurulan devletlere rastlarız bu dönemde. Bugünlerde de Avrupa Birliği’ni örnek göstererek Ulus-Devletlerin çöktüğü tezine ulaşanlara buradan bir uyarı yapmak tarihi görevlerimizdendir. Avrupa’da Ulus-Devlet aslında hiç olmadı, az öncede bahsettiğimiz gibi Sermaye-Devletler oluşmuştur. Bugüne geldiğimizde ise bu devletler, karşılıklı çıkarlarını gözeterek birleşmekte ve diğer ulusları sömürmelerini kolaylaştırmaktadır. Yani bizim Ulus-Devletimizle onlarınki bir değildir. Bizimki bir ulusun emperyalizme başkaldırarak kurduğu Ulus-Devlettir ve sermaye tekelleriyle kurulmamıştır.
Bu göndermeyi yaptıktan sonra, Avrupa’daki Sermaye-Devletlerin dünyamızda yarattığı etkileri tartışmaya devam edelim. Bahsi geçen devletler herkesin üzerinde hemfikir olduğu üzere sermaye tekeleri çevresinde oluşmuştur. O zamanlarda Avrupa’da egemen olan kral merkezli derebeylikler, elbette bu süreçten nasibini almıştır. Ekonominin ve siyasal yapının değiştiği böyle bir ortamda elbette doğal seleksiyon gereği, oluşan bu yeni ortama adapte olamayan kurumlar ortadan kalkmıştır. Yani artık krala para vererek, bir kesim toprağın sahibi olan derebeylikler, sermayenin metropollerde egemenleşmesiyle birlikte, tarımın modernleşmesi gereği ortadan kalkacaktır. Artık dönem kapitalist dönemdir ve kar en yüksek orana çıkana kadar olası bütün müdahaleler yapılacaktır. Bu müdahaleler arasına tabi ki tarımın üretim araçları da dahil olacaktır.
Yani burada devleti oluşturan sermaye çevreleri, ellerinde ki geniş olanakları kullanarak diğer irili ufaklı rakiplerini alt etmektedir. Bununla beraber feodal beylerin etkisinde kalan ezilmiş halk kitleleri için değişen bir şey yoktur. Onlar tarımın modernleşmesiyle birlikte ihtiyaç duyulan insan gücünün azalmasıyla metropollere göç etmek zorunda kalmışlardır. Çünkü metropollerde sanayi gelişmiştir ve insan gücüne ihtiyaç fazlalaşmıştır. Yani bu kitle kapitalizmin etkisine girerek, sadece efendisini değiştiren proletarya olmuştur. ,
Bu noktada liberallerin tezi tabi ki güçlü olanın kazanmasındaki normalliktir. Yani onlar için proletarya söz konusu değildir. Onları genelde bahsettiği olgu feodal beylerin, büyük sermaye sahipleri üzerinde yok olduğu üzerine yoğunlaşmıştır. Çünkü sermaye sahipleri liberalizmin kendilerine tanıdığı sonsuz özgürlükle elindeki olanakları sonuna dek kullanmıştır ve kendinden güçsüzü mağlup etmiştir.
Yani liberal kanatın bu noktada sorunu yoktur. Ancak 20. Yüzyılın dünyaya hediyesi olan sosyal-liberal sentezin sunduğu teoriler bu noktada şaşırtıcı boyutlara ulaşmıştır. Sosyal- Liberal Linda Weiss bakın Avrupa’daki bu değişimi nasıl yorumluyor;
“Aşağı yukarı 9. ve 18. yüzyıllar arsında devlet formasyonu alanında ki çatışmanın ana ekseni egemen ve egemenlik altındaki sınıflar arsında değil, devlet ve egemen sınıflar arasındaydı. Marksizm devletlerini temelde sınıf mücadelesinin bir fonksiyonu olarak geliştiğini savlarken, biz siyasi mücadelenin temelde, ( devlet ve egemen sınıf arasındaki) devletin formasyon süreci içerisinde ortaya çıktığını iddia ediyoruz.”
Açıkçası Weiss’a sormak gerekiyor, acaba söz konusu devletleri kimler oluşturmuştur? Gerçekten onların deyimiyle Ulus-Devlet bizim deyimimizle Sermaye-Devletler oradaki ulusun iradesini yansıtmakta mıdır? bu yüzden devletin egemen sermaye çevreleriyle mücadelesi nasıl olabilir? Herhalde Weiss’ın bahsettiği egemen güçler oradaki feodal beylerdir. Acaba feodal beyleri tarihten silen egemen sermaye çevreleri değil de devletler midir?
Burada Weiss’ın yaptığı Marksizm’in sağdan eleştirisidir. Fakat biz de Weiss’ı eleştirdiğimiz kadar, tarihin bize verdiği sorumluluktan dolayı Marksizm’in de soldan eleştirisini yapmalıyız. Sonuçta Marksizm çözüm önerilerini sadece batı için sunmuştur. Doğuda kapitalist merkeze bağımlılık ulus çapında yaşanmaktadır. Yazının ileriki bölümlerinde de değineceğimiz gibi bu sermaye çevreleri süreç içerisinde tekelleşmiş ve dünyaya hakim olacak kadar güçlenmiştir. Bu yüzden doğuda sömürü sadece ulusal sermaye çevrelerinden değil, ağırlıklı olarak batıda ki merkezden ileri gelmektedir. Marksizm’in açıklayamadığı olgu da budur zaten.
Liberalizmin Çıkmazı Sosyal Demokrasinin Açmazı
Avrupa’da sanayileşmenin gelişmesiyle birlikte, mesai saatlerinin gittikçe fazlalaştığını ve çalışanları hiç bir sosyal güvenliğe sahip olmadıklarını görüyoruz. Tabi ki kapitalizmin amacı karı en yüksek düzeye çıkarmaktır. Bunun için çalışanların ne kadar yorulduğu ve yaşamını hangi şartlar altında sürdürdüğü kapitalistleri çok ilgilendirmez.
Ancak bu çalışma koşulları hem işçilerden alınan verimi düşürüyordu, hem de sosyal patlama sinyalleri veriyordu. Bu açıdan kapitalistler verimi arttırmak adına çalışanlarına çeşitli kolaylıklar sağlamıştır. Bu ara ideolojinin adı da sosyal demokrasidir. Kapitalistlerin verdiği bu tavizler, parlamenter sistemin yerleşmesiyle birlikte partilerin siyasetine bulaşmıştır. Sosyal demokrasi özü itibariyle liberalizme göre daha solda, çalışanların yaşam koşullarını, sosyal güvencelerini ve emekliliklerini daha iyi bir konuma getirmek amacını güder. Fakat bu fikir sadece ülkelerin kendi sınırları içinde kalır. Yani özü itibariyle kapitalizmi kabul eder, fakat ezilmişliği hafifletmek için çalışır, emperyalizme ise hiç karışmaz. Bu konuda Samir Amin şunları söylemektedir.;
“Sosyal demokratik ideoloji(sosyal emperyalist daha uygun bir terim olabilirdi.) içerde sosyalizmi dışarıdaysa emperyalizmi gerekli kılar. Olgular, yapay olarak bu şekilde birbirinden ayrılmayacağına göre, söz konusu sosyalizm ( gerektiğinde kendi özyönetim örtüsüyle kapatarak) kapitalizmin doğrudan uzantısı olan devlet kapitalizmine dönüşür.”
Samir Amin’in sosyal demokrasi konusundaki tespiti bize de mantıklı geliyor. Zaten daha öncede değindiğimiz gibi sosyal demokrasi ezilenler için bir seçenek oluşturmuyor. Bununla birlikte sosyal demokratların kapitalizmi reddetmelerine dair bir şey söylenemez. Aksine kapitalizmi olduğu gibi kabul ederler. Ancak burada amaç modern kapitalizmin oluşturulması ve işçi sınıfının şartlarının iyileştirilmesi, ancak sömürünün devam etmesidir. Bunun yanı sıra Samir Amin’in de belirttiği gibi sosyal demokratların emperyalizme karşı bir tavır alışı söz konusu değildir. Aksine işçi sınıfının şartlarını iyileştirerek, sosyal patlamaya karşı önlem alan sosyal demokrat yönetimli bu Avrupa ülkeleri kendi iç çelişkilerinden gelecek karşı bir hareketinde önüne geçmiş oluyordu. Bu süreçten sonra tabi ki emperyalizm maksimum düzeye geliyordu. Çünkü söz konusu ülkelerde kapitalistlere karşı tehlike arz eden işçi sınıfı uysallaştırılmıştı. Öyle ya günde sekiz saat olmak üzere haftada beş gün çalışıp iki gün tatil yapan işçi sınıfı yaşamını rahatça sürdürebiliyordu. Bunun yanında iyi bir sosyal güvence de söz konusuydu. Böyle bir ortamda işçi sınıfından anti-kapitalist devrimci bir hareket beklemek tabi ki olanaksızlaşıyordu. Böylece bu çelişkinin üzeri örtülmüş oluyordu. Avrupalı kapitalistler sömürgelerde ki eylemlerini hızlandırıyor ve kolonilerini çoğaltıyordu.
Görüldüğü gibi sosyal demokrasi sadece batı ülkelerinin içinde kalıyor, proletaryanın kapitalistlerle anlaşmasını meşru kılıyor ve emperyalizmi hızlandırıyor. Yani liberalizm daha öncede belirtildiği gibi ezilenler için bir çıkmaz oluşturuyor, sosyal demokrasi ise hem çelişkinin üstünü örterek, hem de batılı ulusların diğer ulusları ezmesine göz yumarak olayı açmaza sürüklüyor.
Sosyal politikaların uygulanmasıyla işçi sınıfının değişen karakteri hakkında ise Engels bile bizimle hemfikirdir. Yani işçi sınıfının toplum içi çelişkilerinin üstünü örterek diğer ulusların sömürüsüne ortak olmasını ve herhangi bir devrim hareketine girmeyeceği kanısını Engels, Marks’a yazdığı mektupta şöyle açıklıyor;
“Gerçekte, İngiliz proletaryası giderek daha fazla burjuvalaşmaktadır. Öyle görünüyor ki, başka uluslara göre daha burjuva olan bu ulus, kendi burjuvazisinin yanı sıra bir burjuva aristokrasisi ve bir burjuva proletaryası yaratmaya yönelmekte. Bütün dünyayı sömürmekte olan bir ulus için bu elbette bir dereceye kadar mantıksak bir şeydir.
İngiliz işçilerin sömürge politikası konusunda ne düşündüklerini mi soruyorsun bana? Genel olarak politika konusunda ne düşünüyorlarsa onu düşünüyorlar. İşçi Partisi yok burada; yalnızca tutucu radikaller ve liberaller var; işçilere gelince onlarda İngiltere’nin sömürgeler ve dünya pazarı üzerinde kurduğu tekele rahatça katılıyorlar.”
Kapitalizmin Sömürgelere Sermaye İhracı
Kapitalizmin sömürgelerden topladığı sermayeyle kendi ülkesinde tekellerini ve tröstlerini kurduktan sonra bu sermayeyi sömürgelere ihraç etmek isteğine girmiş olduğunu gözlemliyoruz. Kendi ülkelerinde yarattığı çelişkinin üstünü sosyal politikalarla örten batılılar, burada elde ettiği sermaye fazlasını elbette, ucuz emeğin yoğunlaştığı sömürgelere transfer etmek istemişlerdir. Çünkü sömürgeler ve yarı-sömürgeler, emperyalizmin kendi zenginliklerine zor alım yoluyla el koymasıyla birlikte gitgide fakirleşmiştir. Böylece bu ülkelerde ucuz emek gücü belirginleşmeye başlamıştı. Lenin kapitalizmin sömürgelere sermaye ihracını şöyle yorumluyor;
“Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, belli bir ülkede yığınların yaşam düzeyini yükseltmeye değil,(Çünkü bu durumda kapitalistlerin kazançlarında bir azalma söz konusudur) dış ülkelere, geri kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla, bu karları arttırmaya yönelirler. Geri kalmış ülkelerde, kar her zaman yüksektir, çünkü buralarda sermaye pek az, toprak fiyatı nispeten düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur. Sermaye ihracı olanağı, bir kısım geri kalmış ülkelerin öteden beri dünya kapitalist çarkına kapılmış olmasından ileri gelmiştir.”
Lenin’de değindiği gibi kapitalist merkez sermayesini arttırma adına hızlı bir şekilde sermaye ihracına gitmiştir. Aynı zamanda bu ekonomik metodun siyasi kazanımlarıda, batılı devletler açısından çok önemlidir. Çünkü merkezde ki tekeller, sömürgede de ekonomik üst yapıyı ele geçirdiklerinde, istedikleri siyasi kararı bu devletlerin hükümetlerine kabul ettirebilmektedir. Çünkü bu sürecin sonunda sömürge veya yarı-sömürge ülkesindeki piyasa tamamen kapitalist merkezlerin eline geçiyordu ve istedikleri zaman sömürgenin ekonomisiyle oynama hakkı elde ediyorlardı.
Sermaye ihracının azgelişmiş ülkelerin piyasasını nasıl ele geçirdiğini rakamların diliyle şu örnek çok güzel açıklıyor;
“1915’te Güney Amerika’da 5 alman bankasının 20 şubesi var diye yakınıyorlardı. İngiltere ve Almanya son 25 yılda, Arjantin’de, Uruguay’da ve Brezilya’da yaklaşık olarak 4 milyar dolarlık yatırım yapmışlardır ve bu üç ülkenin toplam ticaretinin %46’sını ellerinde tutmaktadır.”
Sermaye ihracı sırasında batılının sömürgede yaşayan insana bakışıda oldukça ilginçtir. Batılı kapitalistler için buradaki insan ucuz emek gücü ve kendi çıkarları doğrultusunda ortadan kaldırabileceği bir metadır. The Economist dergisinin 6 Ekim 1974 tarihli sayısında imzasız olarak yayımlanan bir makale bu bakış açısına tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor;
“Afrika Saheli’nin gelişmiş ülkeler için et üretimine fazlasıyla uygun olduğu ve bu iş için mevcut nüfusu oluşturan yarı göçebe çobanların ortadan kalkması gerektiği söyleniyor. Agrobusiness ve dış yardımın etkisiyle dünya çapında sayıları artan ve su kaynaklarının kullanımında öncelik sahibi olan yeni büyük hayvan çiftlikleri, gerçekte sadece çok az miktarda işgücü gerektirir. Sudan yoksun kalındığında bu çoban fazlası ortadan kalkacak; böylece yeşil devrimin ivme kazandırdığı Afrika tarım ve hayvancılığı, yerel nüfusun göç etmesiyle veya silinmesiyle Avrupalıların beslenmesine katkıda bulunacaktır.”
İşte kapitalizmin ve uzantısı emperyalizmin insana bakış açısını yansıtan bir alıntı. Avrupalının beslenmesine katkıda bulunulması için Afrika’da su kıtlığının yaşanması ve yarı göçebe çobanların, yani insanın, ortadan kalkmasını isteyecek kadar vahşileşmiş batılı kapitalist mantığının dünyaya yansıması.
Diğer yandan sermaye ihracı sırasında sömürgedeki doğal ve beşeri kaynaklar sermaye artırımı sırasında insan yaşamını bile hiçe sayan Avrupalı kapitalistler tarafından bir ölçüde doğal karşılanabilecek şekilde tahrip edilmiştir. Kendi ülkelerde kurdukları fabrikalarda bu konuya fazlaca eğilen kapitalistler(burada o bölgedeki ülkelerin aldıkları radikal önlemlerinde payı vardır), sömürge topraklarında bu önlemlere gerek duymazlar. Geri kalmış ülkeler ise kısa dönemli çözüm olarak gördüğü, yabancı sermayenin yatırımını engellememek için doğal kaynakların bozulmaması için alınması gereken önlemlerin fazla üstünde durmazlar. Bu imtiyazlardan yararlanan kapitalist kuruluşlarda sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ki doğayı tahrip etmeye devam ederler. Samir Amin bu konuyu bir de örnek vererek şöyle açıklıyor;
“Doğal ve beşeri kaynakların israfı, başka her şey gibi, dünyanın değişik bölgeleri arasında eşitsiz bir biçimde dağılır. Gezegenimizin belirli bölgelerinin yararı için yağma edilir. Bu geniş global olarak örgütlenmiş israftan merkez yaralanır. Gelişmiş ülkeler ve dünya sistemine entegrasyon sürecinin akışında az gelişmiş duruma gelen ülkeler arasındaki büyüyen servet eşitsizliğide önemli bir etkendir bu.
Örneğin Tunus’un Cape Bon bölgesinde turizmin gelişimidir. Turizmin ülkeye döviz anlamında yararı olduğu kabul edilirse de bile, ki tartışmalıdır, gerçek şu ki Cape Bon turistik tesisler olağanüstü su tüketiyor. Bu yarı-kurak bölgede su kıt bir kaynaktır. Cape Bon’da ki çitçilerin hassasiyeti dengelenmiş zengin bahçe tarımının günümüzde bunun için ayrılan su kaynaklarının kıtlığı karşısında büyük bir tahditle yüz yüze. Uzun-dönemli çıkarlar, böylelikle, kısa dönemli bir tercihe kurban edilmiş oluyorlar.”
Liberalizmin ve onun getirisi kapitalizmin özü, ferdiyetçi bir toplum yapısı ortay çıkararak, bu fertlerin aralarında oluşacak rekabetten ekonominin yükselmesidir. Anacak bu felsefenin tekellere, tröstlere dönüşerek ezilen insan yığınları oluşturduğunu incelememizde hep birlikte gördük. Bunun yanı sıra bugün karşımıza çıkan diğer sorun da, sömürgecilikle birlikte başlayan batınının hızlı ve aşırı bir biçimde gelişmesi, diğer ulusların ise geriye gitmesidir. Açıkçası batı bu ekonomik gelişimini kapitalizmle yakaladı. Bunun yanı sıra oluşturduğu tekelci, sermaye merkezli yapısıyla, dünyanın başka bir bölgesinde uygulanabilecek olası bir liberal politika sonucu ortaya çıkacak kapitalist kurumlarıda, uluslar arası rekabet gerçeğiyle kendine bağlı kıldı ve bu yapıları yönetti. Peki sömürgeler ve yarı-sömürgeler bağımsızlık kazanmalarından sonra nasıl bir ekonomik metot kullanmalıdırlar ki, batıdan bağımsız bir ekonomi kursun. Liberalizm ve onun uzantısı kapitalizm zaten az öncede bahsettiğimiz gibi kendilerini batıya bağımlı kılıyor. Bizim bu soruya vereceğimiz cevap devletçiliktir.
DEVLETÇİLİK
Eşitsiz Gelişme
Kapitalizmin batıda yerleşmesiyle birlikte, batı toplumunun kendi içinde eşitsiz bir gelişmeye doğru gitmesinin dünyaya yansıması, sömürgecilik aracılığıyla kapitalizmi kuran ve ekonomisini, sömürge ulusların sırtında asalak bir yaşam biçimini oturtarak yükselten ulusların diğer uluslara göre daha fazla gelişimi olarak tespit ediyoruz. Daha öncede değindiğimiz üzere bu toplumların zenginlikleri alınarak kapitalist merkezlerde toplanmıştır.
Bu kapitalist merkezler söz konusu sermayeyi maksimize etmek adına hem teknolojisini geliştirmiş, bu alanda daha fazla ihtiyaç duyulmaya başlayan nitelikli insanın yetişmesi içinde eğitimini modernleştirmiştir. Batıda tüm bunlar yaşanırken sömürge toplumları eğitim alanında olduğu gibi, teknoloji alanında da bir gelişme gösterememiştir. Özellikle tarımın dış ülkelere bağımlılaştırılmasıyla birlikte sanayi atılımınıda gösteremeyen bu toplumlar irili ufaklı oluşan sanayi merkezlerine kırsal alandan gelen göçe karşılayamamasıyla işsizlik had safhalara ulaşmıştır. Bunun yanı sıra ekonomisi kötüye giden ve ısrarla liberal sistemi savunan hükümetlerin varolduğu azgelişmiş ülkelerde toplumsal çıkmazın zorunluluktan oluşacağı göz önüne alındığında yöneticiler bilimsel ve nitelikli bir eğitim anlayışından korkarlar. Bilimsel eğitimin verilmesi başka sosyolojik yaptırımlarla birlikte uyuyan bir kitlenin uyanması demektir.
Batı toplumlarında verilen nitelikli eğitimle pozitif bilimlerin halk tabanına reaksiyon etmesiyle; bilimde, teknolojide, sanatta hızlı bir şekilde ilerlerken, dogmatizme bağlanmış az gelişmiş ülkeler bu alanlarda geriye doğru gitmişlerdir. Bunun beraber sermayenin odak noktası haline gelen batı, sosyal politikalarla bitlikte gelişmiş ekonomisiyle yaşamını rahatça sürdürebilir konumdayken, yarı-sömürgeler yoksulluk sınırlarını zorlayan, sömürgeler ise açlık ve sefalet içinde yaşamlarını sürdürebilir hale gelmişlerdir. Hatta bu eşitsiz gelişmenin, batı toplumu içindeki küçük bir azınlığı vicdan muhasebesine sürüklemiş ve bu kişilerin bir takım sivil toplum örgütleri kurmaya itmiştir. Bu sivil toplum örgütleri bugüne kadar topladıklar yardımları özellikle Afrika’ya göndererek batılının vicdanını rahatlatma işlevi görmüştür ve halen görmektedir. Oysa yüzyıllar önce bu zenginlik, silah zoruyla bu topraklardan alınmış ve bugün sözgelimi devede kulak bile kalmayacak bir kısmının bu bölgelere yardım adı altında gönderilmesi anlamsız bir şeydir.
Kısacası kapitalizmi kuran toplumlar ekonomik ve sosyal olarak gelişmelerine ivme kazandırırken, azgelişmiş ülkeler tüm alanlarda geriye çekilmiş bulunuyorlar. Bugünlerde dünyadaki siyasi gelişmeleri incelersek, sözü geçen ülkelerin hangi yapılarda ülkeler olduğunu görürüz ve bu ülkelerin sözünün geçmesinin bu eşitsiz gelişmenin sonucunda ortaya çıktığını tespit ederiz.
Azgelişmiş Ülkelerde Devletçi Ekol Zorunluluktur
Kapitalizmin önce kendi ülkelerinde kurduğu yapısından ötürü diğer kuruluşları kendisine bağlı kılmıştır. Tekellerin, tröstlerin var olduğu bir dünyada, hangi coğrafyada olursanız olun, serbest piyasanın kabul edildiği bir ortamda, kurulan özel şirket merkeze bağlanma zorunluluğuyla karşı karşıya gelecektir. Çünkü bu tekeller bankacılık sektörleriyle de( ki bu bankalar dünyanın en büyük bankalarıdır), yakın ilişkiler içinde olduğundan dünya piyasasını ele geçirmiştir. Bunun yanında rekabetin hakim olduğu bir piyasada, az gelişmiş ülkedeki ulusal sermayeler, bu ülkelerdeki sermayenin azlığının da etkisiyle, rakipleriyle girdiği rekabetten üstün çıkma dürtüsünden dolayı kapitalist merkezlerle işbirliğinden kaçınmayacaktır. Kapitalist merkezde doğası gereği vereceği desteğin karşılığını almak isteyecektir. Bu karşılık büyük olasılıklada bu şirketlerden elde edeceği hissederler. Bu girişimi başlatan şirkete doğal olarak diğer şirketlerde eklenecek ve azgelişmiş ülkenin piyasası merkeze bağlı olacaktır.
Bununla birlikte teknik donanımdan yoksun, sermayesi yok denecek kadar az olan ülkelerde ise sanayinin kurulumu tamamen kapitalist merkez tarafından yürütülmektedir. Bu ülkelerdeki yönetimler istihdamı arttırmak ve işsizliği azaltmak adına yabancı sermayeye kapılarını sonuna kadar açmaktadır. Tabi ki merkezin buradaki amacı işsizliği azaltmak değil, karlarını arttırmalarıdır.
Buradan çıkaracağımız anlam azgelişmiş ülkelerin liberalizm ve onun getirisi kapitalizmle kalkınamayacağıdır. Kalkınma ancak devletin kendi imkanlarıyla tarımı( ki azgelişmiş ülkelerde görece daha önemlidir.) ve sanayiyi kendi eliyle kurması, bunun için gereken sermayeyi, modernleştirilmiş tarımından ve teknik bakımdan gelişerek yer altı zenginliklerini çıkarmasıyla oluşabilir. Devletin ekonomiyi kurduktan sonra da, elde etmiş olduğu artı değeri kolektif bir biçimde halkıyla paylaşmasıdır.
Özellikle yer altı kaynakları ve yer üstü zenginliklerinin çıkarılması ve işlenmesi bu noktada çok büyük önem kazanmaktadır. Çünkü sanayinin kurulması için gereken artı değer ancak buradan sağlanabilecektir. Bu noktada elbette tarımın gelişmesi toprağı işleyen köylüye bağlıdır. En başta batının ve sanayisini kurmaya çalışan üçüncü dünya ülkelerinin düştüğü bir hatada( Atatürk Türkiye’si ve Mao’nun Çin’i hariç) işçi sınıfının, köylüye göre daha fazla gelişimini açık tutan uygulamalardır. Özellikle azgelişmiş ülkelerde donanımı işçiye göre daha fazla olan köylünü üzerinde daha fazla durulması gerekmektedir. Samir Amin köylünün işçiye oranla daha nitelikli olduğu gerçeğini şöyle açıklıyor;
“Gerçektende, yaygın bir önyargını tersine, tarım emekçisi-kapitalizm öncesi toplumlarda bile- modern endüstriyel işçilerin çoğunluğundan son derece daha beceriklidir. Tarımsal üretim bilimsel gözlem yeteneğini, yargılama yetkisin kullanmasını, olasılıkların değerlendirilmesini ve ampirizmi gerektirir. Aynı basit hareketi durmaksızın tekrarlayan işçinin bunlardan hiçbirine ihtiyacı yoktur. Prekapitalist bir toplumun el zanaatlarıda yüksek derecede gelişmiş becerileri gerekli kılar. Ama bu, bir bütün olarak, prekapitalist toplumlarındakinden daha yüksek olduğu anlamına gelmez, tersine, günümüz toplumunda emek verimliliği açıkça daha yüksektir. Bu üstün verimlilik işbölümünde, iki tür emek arsındaki keskin kutuplaşmadan doğar; bir yanda, üretim araçlarının dizayn ve inşa edilmesi içindeli yüksek derecedeki emek, öte yanda, bu üretim araçlarının işletilmesi gereken vasıfsız emek.”
Bununla birlikte tarımın gelişmesiyle elde edilen gelirle, toprağın üstünde çalışan köylüye devredilmeside önemli bir noktadır. Çünkü bu devletçi atılımlardan önce toprağın büyük kısmını elinde bulunduran bir bey mutlaka vardır. Köylü ürettiğini bu bey aracılığıyla değil, direkt olarak devlete vermelidir. Üstelik köylü üstünde yaşadığı ve işlediği toprağın mülkiyetini almasıyla kapitalist bir yönelimde bulunmayacak, sadece kendi geçimini sağlayacak üretimi yapacaktır. Chayanow bu noktaya özellikle dikkat çekiyor;
“Söz konusu olan köylü, kapitalist bir girişimci değildir, sermayesinden gelen karları, azamileştirmeye değil,( belli bir kırsal toplum düzeyi sayesinde kendisinin olan) toprağı üzerinde geçinmeye çalışır.”
Batıdan bağımsız ulusal sermayesini kurmaya çalışan azgelişmiş ülke köylüsünü feodal beyin elinden kurtarırken, kapitalizminde önünü tıkaması gerekmektedir. Kapitalizmin söz konusu ülkelere girmesi, zaten bağımsızlık mücadelesi verme isteğiyle çelişir. Marks’ında yanıldığı nokta budur. Çünkü Marksist felesefede feodalizmi kapitalizm izlemektedir, fakat azgelişmiş ülkelerde kapitalizm yaşanması zorunlu bir süreç değildir. Bunun yanında ancak sözkonusu ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla sömürgecilik yıkılabilir, dolaylı olaraktan kapitalizm ortadan kalkar. Sömürge ülkelerinde batıya akan muslukların kapanmasıyla birlikte kapitalizm buhran yaşayacaktır ve kapitalizmin bu buhrandan sağlam çıkması bize göre imkansızdır. Sonuç itibariyle kapitalizmi ve emperyalizmi yıkacak devrim mutlaka azgelişmiş ülkelerden gelecektir. Samir Amin değişimin periferiden geleceğini ve azgelişmiş ülkelerin kendine özgü ekonomik metotlarla(bize göre bu kesinkes devletçiliktir) kapitalizmin üstünde bir yol geliştirmesi gerektiğini şöyle açıklıyor;
“Var olan bunalım, bize, emperyalist aşamada ki kapitalist sistemin temel karakteristiğini etkili bir biçimde hatırlatıyor. Kapitalist üretim tarzının çelişkilerinin merkezden çevreye aktarılması, milli bağımsızlık için mücadelenin sosyalist ve devrimci potansiyeli, metropollerdeki çalışan sınıflar üzerinde sosyal demokrat ideolojinin egemenliği. Bu nedenle, dünyanın sosyalist dönüşümü pekala periferi tarafından sürüklenmeye devam edecektir. Bu bir kehanet değil, ama, neredeyse bir yüzyıldan beri etki yaratan güçlerin tahlili sorunudur. Periferinin kapitalist sistemden kopuşu merkezdeki sınıf mücadelesinin koşullarını kesinlikle değiştirecek. Eğer var olan bunalım derinleşir ve periferide yeni devrimlere yol açarsa, kapitalizmin çelişkilerinin ağırlığı, dünyadaki sosyalist dönüşüm modelini köklü bir biçimde değiştirmek üzere merkezdeki çalışan sınalar üzerinde büyük etki yaratacak.
:
:
:
Azgelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerde izlenen yoldan tekrar geçemezler. Her biri, kapitalist sistemi ta başından aşmalı ve yeni teknolojiler(sadece özgü) ekonomik sorunlarını, azgelişmişlik sorununu çözmelerini değil, ama aynı zamanda dünya uygarlığı için yeni perspektifler açmalarını sağlayacak olan teknolojiler geliştirmelidirler. Bu, çözümü uzun zaman alacak olağanüstü karmaşık ve güç bir sorundur. Dahası, şu anki gelişmiş ülkelerinde bu yeri dünya uygarlığının yaratılmasına günümüzde kitlesel alçaltılmasının karakterize ettiği toplumsal iş örgütlenmesi biçimlerine meydan okuyarak, katkıda bulunacağını dışlıyor değiliz. Azgelişmiş ülkeler kapitalist sistemden daha başarılı olmaya zorunludurlar, yoksa ona yetişmeleri bile mümkün olmayacaktır.”
Tüm bunları göz önüne aldığımızda, sermayesini merkezde toplayan kapitalist yapıdan bağımsız, ferdiyetçi ulusal sermaye gruplarının kurulmasının, batı dışındaki ülkelerde imkansızlığı dolayısıyla, azgelişmiş ülkeler için kollektivist, anti emperyalist ve anti kapitalist özellikleri doğasında bulunduran devletçilik, romantik bir seçim değil, bir zorunluluktur.
Türkiye’de Devletçilik
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin ekonomik yapısını inceleyen çoğu sosyal liberal, liberal ve klasik Marksistlerden oluşan aydın grubu 1930’lara kadar dönemi liberal dönem olarak adlandırırılar. Oysa Kemalizm’in ilkelerinden biri olan devletçilik bu düşüncenin özünde vardır ve bir devrim kısa hesaplarla değil, uzun dönemli getirilerle uğraşır.
Genel kanının tersine bizim düşüncemiz, 1923-1930 arası uygulanan ekonomik politikalar devletçiliğe geçiş için bir zemin hazırlaması üzere uygulanmıştır. Gerçektende bu döneme bakıldığında savaştan çıkmış Türkiye’nin hem sermayesi azdır, hem de bu sermaye yabancı azınlıkların elindedir. Kapitülasyonlarını yeni kaldırmış bir ülkeden herhalde iki-üç yıllık bir süreç içerisinde büyük sanayi atılımları yapmasını beklemek insafsızca olacaktır. Bu yıllarda yapılan,sermayeyi yabancılardan alarak ve kimi zamanda özel Türk Sermayedarlarını paravan olarak kullanarak, bağımsız, ulusal sermayenin oluşturulmasıdır. Daha sonraları ise bu sermayedarları devre dışı bırakılarak, devletçiliğe geçiş tamamlanmış oluyordu.
Bir diğer eleştiri ise, milli mücadele sırasında Atatürk’ün işgal kuvvetlerine çeşitli ekonomik imtiyazlar tanıyarak, kurşun atmadan yurdu boşaltması iddiasıdır. Bu iddia alçakça olmakla birlikte Atatürk’ün vermiş olduğu anti emperyalist mücadeleyi küçülten nitelikler taşımaktadır. Aslına bakılırsa da komplo teorisinden öteye geçememektedir. Aslında bu tür anlaşmaları, milli mücadele içindeki kimi ileriyi görmekten yoksun, zaferi sadece düşman askerlerinin yurdu terk etmesi olarak gören kişiler yapmıştır ve Atatürk bunların hiçbirini kabul etmemiştir. Bakın Atatürk bu olayları nutukta nasıl anlatıyor;
“Baylar, Bekir Sami Bey’le Fransız başbakanı Bay Briyan(Briand) arasında da 1 Mart 1921 günlü bir sözleşme imza edilmiş. Bu sözleşmeye göre, Fransa ile Ulusal Hükümet arasında çarpışmalara son verilecek. Fransızlar kendi çetelerini; bizde savaşçılarımızın silahlarını alacağız. Güvenlik kuvvetleri arasına Fransız subayları da alınacak. Fransızlarca oluşturulan güvenlik kuvvetleri yine görevlerinde kalacaklar. Fransa’nın boşaltacağı yerlerle Elazığ, Diyarbakır ve Sivas illerini ekonomik bakımdan gelişmesi için yapılacak girişimlerde Fransızlara öncelik hakkı tanınacak ve Ergani madenlerini işletme hakkı da onlara verilecek.
Hükümetimizce, bu sözleşmenin de kabul edilmemesini nedenlerini saymaya gerek yoktur sanırım.
Bekir Sami Bey, İtalya Dışişleri Bakanı bulunan Kont Sforza ile de 12 Mart 1921’de bir sözleşme imzalamış. Buna göre, İzmir ve Trakya’nın bize geri verilmesi yolundaki isteklerimizi İtalya’nın konferansta desteklemesine karşı, bizde İtalya devletine Antalya, Burdur, Muğla, Isparta Sancaklarıyla Afyonkarahisar, Kütahya, Aydın ve Konya Sancaklarının sonradan saptanacak bölümlerinde iktisadi girişimler için öncelik hakkı verecektik. Bundan başka, bu bölgelerde Türk hükümetinin yada Türk sermayesinin yapamayacağı iktisadi işlerin İtalyan sermayesine verilmesi ve Ereğli madenlerinin bir İtalyan-Türk ortaklığına devredilmesi kabul edilmekteydi.
Elbet bu sözleşmeyi de hükümetimiz kabul edemezdi.”
Diğer yandan, Atatürk dönemine liberal yakıştırması yapanlara, Atatürk dönemindeki devletleştirme politikaları en iyi cevabı vermektedir. Dönemin kronolojik sırasına bakıldığına sistemli bir şekilde devletleştirmenin gerçekleştiği görülür.
22 Nisan 1924 tarih ve 506 no.lu kanunlar Haydarpaşa-Ankara, Eskişehir-Konya, Arifiye-Adapazarı demiryolları ile Haydarpaşa limanı ve rıhtımını devletçe satın alınmasına izin verilmiştir. Aynı kanun sözü geçen hatları işletmekte görevli ve katma bütçeli bir genel müdürlük kurmuştur. Bu kanunu tamamlayan 31 Ocak 1928 tarih ve 1315 sayılı kanunla, bu hatlar ile Mersin-Tarsus-Adana demiryolu için ilgili yabancı şirkete 204 milyon frangı ödenmesi öngörülmüştür.
1925 yılında Reji idaresi bu esaslara göre ve dört milyar liraya satın alındı. 26.2.1925 tarih ve 558 sayılı Tütün İdare-i Muvakketesi ve Sigara Kağıdı İnhisarı hakkında kanun yürürlüğe girdi. Bu kanuna göre, 1925 mali yılı boyunca hükümete verilen bir yetkiye göre bir “Tütün İdare-i Muvakketesi” kurulmaktadır. İç tüketime mahsus tütün alımı, işletilmesi, tütün-sigara imalı ve satılması doğrudan doğruya devletçe, sözü geçen geçici idare tarafından ifa olunacaktır. Sigara kağıdı veya bu amaçla kullanılabilecek beyaz kopya kağıdı ve defter ithali ve ticareti özel şahıslara yasaklanıyordu. Hükümete bu kanunla bir yıl için verilen yetki 1926 tarihinde, 734 sayılı kanunla 1930 mali yılı sonuna kadar uzatıldı.
Hükümetçe Ziraat Bankası’na mübaya ettirilecek buğday hakkında 3.7.1932 tarihli, 2056 no.lu kanun gereği, buğday fiyatlarındaki mevsimlik ve kısmende uzun dönemli dalgalanmalar önlenmiştir. Kanun gerekçesinde, köylünün ürününü bir an önce elinden çıkarma isteğinden ötürü, belli aylarda tarım ürünlerinin fiyatlarında aşırı düşüklüğün meydana geldiği ve üreticinin bu durumda zarara gördüğü belirtilmektedir. Böyle durumlarda Ziraat Bankası’nın kuvvetli bir alıcı olarak piyasaya girmesinin fiyatlardaki aşırı düşmeyi önleyeceği ileri sürülüyor. Banka, daha sonraki aylarda elindeki buğdayı arz ederek fiyatın aşırı yükselmesini de önlemiştir.
İşte örneklerin bize verdiği fikir, Türk Devrimi’nin aşamalı bir şekilde ilerlemesiyle, ulusal ekonomi kurma amacıyla, ilk yıllarda yabancı sermayeye karşı tavır aldığını ve takip eden yıllarda devletin sanayiyi kendisinin kurduğudur. Son örnekten anlaşılan ise, köylünün tavır alınarak, tüccarları aşırı ürün elde edildiği yıllarda, kazandığı haksız kazancın önünün kesilmesi isteğidir. Yani kapitalist merkezlerden bağımsız olarak özel milli sermayenin kurulamayacağını iyice kavrayan Atatürk, aşamalı bir şekilde özel mülkiyetin hemen hepsini ortadan kaldırmış, metropolden bağımsız olarak devlet eliyle ve devletin olan ulusal bir sanayi kurmuştur. Birçok kişinin savunduğu devlet eliyle özel sarmaya kurdurma savı ise kronolojik olarak olayların gelişimine ve politikalara bakıldığına kendiliğinden çökmektedir. Milli Mücadelenin başlarından bu yana emperyalizme ve kapitalizme karşıtlığını vurgulayan Mustafa Kemal, bunu akıllıca ve sistematik bir şekilde yerleştirmeyi amaçlamıştır.
Mustafa Kemal’in milli mücadele yıllarında ve devletçiliğin en sert şekilde uygulandığı yıllarda, vermiş olduğu demeçler, bu aşamalı geçişin en iyi göstergesidir;
“1920 Yılında Atatürk’ün Büyük Millet Meclisi’nde vermiş olduğu söylev;
Biz istiklalimizi emin bulundurmak için, heyeti umumiyetimizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleki takip eden insanlarız.
1935 yılında vermiş olduğu demeçte ise;
Dünyada iki mühim iktisadi ekol tatbik edilmektedir. Büyük harbin sonunda komünizm tatbik edildi. Fakat halka vaad edilen şeyler aynen temin edilmedi. Ruslar bazı prensiplerinden geri döndüler. Bir inkılaba teşebbüs edip sonradan dönmektense ağır ağır ilerlemek en doğru yoldur. İkinci ekol liberalizmdir. Bu da eskimiştir. Bizim tatbik ettiğimiz ekol devletçiliktir. En ileri iktisadi yol budur.”
İşte Mustafa Kemal’in azgelişmiş Ülkerler için sunduğu üçüncü ekol, aynı zamanda bu ekolü oturtana kadar ağır ağır ilerlendiğini anlatan cümleler… İşte Atatürk’ün devletçiliğe geçişin 1929 dünya buhranına( bize göre sadece kapitalizmin buhranıdır.) bağlayan ve bu önemli, tüm ezilmiş dünyaya örnek olmuş ekonomik modeli günlük bir ihtiyaçtan doğmuş bir önlem olarak görenlere en iyi yanıtı, birbirini izleyen uzun yılların başına ve sonuna konmuş bu demeçler veriyor. Oysa 1929 buhranı, savaşta yenilmiş, sömürgeler kaybetmiş batının buhranıdır. Azgelişmiş ülkelerin bu noktada üreteceği en mantıklı politika, elbetteki ulusal ekonominin devletçi baskış açısıyla kurmak ve merkezden kopmaktır. Mustafa Kemal’de bunu yapmıştır.
Aynı zamanda devletin sanayiden ve tarımdan elde ettiği kazancın, ekseriyetle halkın eğitilmesi ve topraksız köylüye verilen krediler için harcandığını gözlemliyoruz. Bu açıdan bakıldığında, Kemalist devletçilik asla elde ettiği artı değeri, sadece bürokrasi tabanının faydalanmasını amaçlayan bir fikir hareketi olmadığıdır. Bu dönemde kurulan Halkevleri ve Köy Enstitüleri ile beraber, üniversitelerin geliştirilmesi, köylere eğitimin götürülmesi, köylü üzerinde ki vergilerin kaldırılması gibi uygulamalarını göz önünde bulundurursak, Kemalizm’in paylaşımcı yönünü kavrayabiliriz. Böyle bir ideolojiye liberal, özel sermayeci ve ağa yanlısı damgasını vurmak, bilimsellikten uzak olmasıyla birlikte sadece saldırı düzeyinde kalmaktadır.
1936 yılına geldiğimizde, büyük sanayi kurumlarının devletin elinde bulunduğu bir ülke nasıl liberal, daha önce bahsi geçen buğday yasasıyla, köylüsünü tüccara karşı koruyan, Atatürk’ün ölümünü takip eden yıllarda İsmet İnönü’nün toprak reformunu gerçekleştirme istediği bir ülke nasıl ağa yanlısı olabilir?
Bize göre, anti emperyalist mücadelesinin ardından kolektivizme dayanarak kurduğu halkçılık reaktörlü devletçilik anlayışını da göz önünde bulundurduğumuzda, Kemalizm, Türkiye’de sosyalizmin en özgün adıdır.