Abraham Lincoln Suikastı
Amerika Birleşik Devletlerinin 16. Cumhurbaşkanı Abraham Lincoln'ün çocukluğu yoksulluk içinde geçmiş doğru dürüst okula bile gidememişti. Küçük yaşta babasıyla birlikte ormanlarda kereste biçmiş nehir gemilerinde çalışmış bir kürk tüccarının kâtipliğini yapmıştı. 1818 yılında İndiana'yı kasıp kavuran bir salgın hastalık sırasında baba-oğul bütün bir sonbahar mevsimi boyunca tabut yapıp sattılar!..
Böylesine yoksulluk içinde geçen çocukluk ve gençlik günleri Abraham Lincoln'ün kendi kendini yetiştirip 1834'te avukat 1860'ta da A.B.D. Cumhurbaşkanı olmasını engelleyemedi.
Köleliğe karşıydı Lincoln. Yetişme biçiminin onun bu düşünüşünde büyük etkisi olmuştu. Beyaz Amerikalının zencilere uyguladığı insanlık dışı tutum Abraham Lincoln'ün üzerinde çocukluğundan beri derin izler bırakmıştı. Cumhurbaşkanı seçilmeden önce köleliği kaldırmanın çok zor olduğunu biliyor hiç olmazsa daha da yayılmasını önlemeyi düşünüyordu.
Abraham Lincoln'ün cumhurbaşkanlığına seçilmesi. Güney Eyaletlerinde ayaklanmanın başlaması için sanki bir işaret oldu. 1861 şubatında Güney Carolina ve onu izleyen 10 eyalet Birleşik Devletlerden ayrılarak aralarında bir Konfederasyon kurdular. Başkenti Richmond olan bu devletin anayasasında şöyle bir madde yer alıyordu :
"Zenci beyaz insanla hiç bir zaman eşit haklara sahip olamaz kölelik yani beyaz ırka boyun eğmek; zencinin olağan bir durumudur..."
Öte yandan Abraham Lincoln 4 mart 1861'de verdiği bir söylevle :
"Hiç bir eyaletin öbürlerinin onayı olmadan Birlik'ten ayrılamayacağını.." ileri sürüyordu.
Güneylilerin buna verdikleri karşılık 12 Eylül 1861'de Charleston limanındaki Sumter kalesini topa tutmak biçiminde oldu. Bu iç savaş demekti.
Dört yıl süren iç savaşın sonlarına doğru. Cumhurbaşkanlığı süresi dolduğundan yapılan seçimlerde yeniden adaylığını koydu ve kazandı. Abraham Lincoln bu haberi soğukkanlılıkla karşılamış ve:
"Amerikan halkı dereden geçerken at değiştirmenin doğru olmadığına inandığı için seçimlere katıldım..." demişti.
14 mart 1865'te ikinci defa Beyaz Saray'a giderken Başkan Lincoln halka verdiği demeçte şöyle diyordu :
"Hiç kimseye karşı kin beslemeden Tanrı'nın bize doğru yolu göstermek için verdiği güce dayanarak yaraları sarmaya savaşın güçlüklerini yüklenenlerin dul eşleriyle yetimlerini düşünmeye ve giriştiğimiz bu işi tamamlamaya çalışalım ki; kendi aramızda ve dünya uluslarıyla barışı gerçekleştirebilelim..."
Lincoln'ün bu konuşmasından bir ay sonra 9 Nisan 1865'te Güney orduları komutanı General Lee Appomotox şehrinde kılıcını Birleşik Devletler başkomutanı General Grant'a teslim ediyordu... 13 Nisan perşembe günü de Washington Güney'in teslim olmasını kutlamak için baştan aşağı donanmıştı.
14 Nisan 1865 cuma gününü Beyaz Saray'da çalışmakla geçiren Abraham Lincoln akşam biraz eğlenebilmek için Ford Tiyatrosunda sahnenin hemen yanındaki locada "Amerikalı Yeğenimiz" adlı oyunu seyrediyordu. Locada Lincoln'-den başka Clara Harris adında bir bayan konuğu ve koruyucusu binbaşı Rathbone bulunuyordu. Bu sırada tiyatronun oyuncularından John Wilkes Booth locanın önüne gelmiş günlerdir inceden inceye hazırlanan planı uygulamaya başlamıştı.
Booth aşırı bir Güneyliydi. Dolayısıyla Abraham Lincoln'ün amansız düşmanıydı. Birkaç hafta önce Cumhurbaşkanının tiyatroya geleceğini öğrenince hazırlıklarına hız vermiş oyunu tekrar tekrar seyretmiş halkın özellikle hangi sahneye güldüğüne dikkat etmişti. Daha sonra Lincoln'ün oturacağı locanın kapısında içeriyi görebilmesine yardım edecek küçük bir delik açmıştı!..
Suç ortaklarıyla da görüşerek sonunda her şeyin hazır olduğunu bildirdi. O gece tiyatroya giderken şöyle diyordu:
"Sahneden ayrıldığım zaman Amerika'nın en ünlü adamı olacağım!."
Booth locanın önüne gelince küçük delikten içeri baktı. Lincoln ve yanındakiler kendilerini oyuna kaptırmışlardı. Halkın en çok güldüğü bölüme gelindiğinde kapıyı açarak locaya girdi. Seyircilerin kahkahalarını bastıran bir patlama sesi duyuldu ve Abraham Lincoln'ün başı göğsüne düştü!.. Binbaşı bundan sonra kendini toplayıp suikastçının üzerine atıldıysa da Booth bu sefer de bıçağını kullanarak onu yere serdi ve locadan sahneye atlayarak ne olduğunu anlayamayan halkın şaşkın bakışları arasında arka kapıdan kaçtı..
Aynı gece Dışişleri Bakanı Sward evinde dev yapılı bir adamın saldırısına uğruyordu. Adam Sward'ı boğarken karısının oğlunun ve hizmetçisinin yetişmesi üzerine kaçmak zorunda kaldı. Yine o gece başka bir ziyaretçi Başkan Yardımcısı Johnson'ın evi önünde dolaşıyordu. Fakat içeriye girmeye cesaret edemedi.
Bir gece içinde Amerika Birleşik Devletleri'ni yöneten üç kişi yok edilmek istenmiş fakat ancak Booth suikast planını gerçekleştirebilmişti. Ağır yaralanan Lincoln ertesi gün öldü.
Washington'dan kaçmayı başaran Booth günlerce sonra izi bulunarak bir çiftlikte sarıldı. Yanında bulunan suç ortaklarından biri teslim oldu Booth ise intihar etti. Böylece katil ancak 96 yıl sonra bir rastlantı sonucu ortaya çıkacak sırrını da mezara götürmüştü. Yakalanan öteki suikastçılar da askeri mahkemede yargılandıktan sonra asıldılar. Bunların bir tanesi de kadındı!..
1961 yılında Philadelphia'da eski kitap satan dükkânlardan birinde bulunan askerlikle ilgili kitabın içindeki şifreli mesaj Lincoln'a yapılan suikastın karanlıkta kalmış noktalarını aydınlığa kavuşturdu. Doksan altı yıl bir kıyıda unutulup kalan kitap uzmanlarca incelenince mesajın uydurma olmadığı ve 1868'de sayfalar arasına yazıldığı kabul edildi.
Aceleyle yazıldığı anlaşılan cümleler Abraham Lincoln'ün hükümetinde Savunma Bakanı olan Edwin M. Stanton’ın gizli güvenlik şefi Tuğgeneral C. Baker'a aitti. Baker da 1868 yılında esrarlı bir biçimde bazılarına göre arsenikle öldürülmüş bu satırları da ölümünden beş ay önce kitabın içine yazmıştı.
General yazısında üç kere öldürülmek istendiğini sürekli olarak izlendiğini belirtiyor ve şu cümleyi kullanıyordu:
"Yeni Roma'da üç adam yürüyordu; biri Yahuda (Hz. İsa'yı ele verip onun çarmıha gerilmesine sebep olan on iki Havari'den biri) ikincisi Brütüs ve bir de casus... Casus bendim; C. Baker. Yahuda vurulan adam ölmek üzereyken onun yanına giderek aslında nefret ettiği adama saygı gösterisinde bulundu. Adam ölünce de şöyle dedi: "Şimdi tarih ona ulus bana sahip.."
Bu şifreli yazı Lincoln'ü öldürten adamın Savunma Bakanı Edwin M. Stanton olduğunu ortaya çıkarıyordu. Yazıda sözü edilen Yeni Roma: Washington Yahuda: Stanton Brütüs: oyuncu Brooth ve casus da kendisinin belirttiği gibi General Baker'dı... Gerçekten de Savunma Bakanı Stanton Lincoln ölmek üzereyken yatağının başucundaydı. Ve öldüğünde :
"O artık tarihin malı oldu..." demişti.
Şifre bu cümleyi tamamlıyor ve Bakan’ın amacını açıklıyordu. Aynı gece içinde Lincoln'la birlikte yardımcısı Johnson ve Dışişleri Bakanı Sward'ın öldürülmesi Stanton'un Birleşik Devletlerin bir numaralı adamı olmasını sağlayacaktı.
Lincoln’ün oğlu Todd 1926 yılında ölmeden az önce bir dostuna babasının evrakı arasında bulunan bazı belgeleri kimseye göstermeden yaktığını söylemiş ve nedeni sorulduğunda:
"Belgelerden babamın yardımcılarından birinin ona ihanet ettiği anlaşılıyordu. Bu yüzden bu belgelerin ortadan kaldırılmasının doğru olacağını düşündüm." karşılığını vermişti...
Hz. Osman Suikastı
Hz. Muhammet bir gün evinde yatak kıyafetiyle oturmuş az önce kendisini ziyarete gelen Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'le konuşuyordu. Bir süre sonra kapı çalınmış ve kendisine Hz. Osman'ın geldiği bildirilmişti
Hz. Osman'ın geldiğini öğrenen Hz. Muhammet hemen başka bir odaya geçerek üzerindeki geceliği çıkarmış elbiselerini giymişti. Hz. Muhammet'in bu davranışını gören Hz. Ayşe elbiselerini neden giydiğini sormuş ve şu karşılığı atmıştı:
"Osman'dan melekler utanır ben nasıl utanmam!..)"
Ne acıdır ki Hz. Muhammet'in böylesine saygısını kazanan bu büyük adam öldürmesini bilmediği için kendisine baş kaldıranlar tarafından vahşice öldürülecekti...
Hz. Osman Hicret'ten 47 yıl önce bugünkü tarihle 575'te Mekke'de dünyaya gelmişti. Mekke'nin soylu Kureyş ailesindendi O tarihlerde Kureyşliler birçok kollara ayrılmışlardı. Bunların en önemlileri Hz. Muhammet'in de bağlı bulunduğu Haşimiler öbürü Hz. Osman'ın soyu olan Emevilerdi. Bu iki aile Mekke'yi birlikte yönetiyordu.
Hz. Osman Müslümanlığı kabul ettiğinde 34 yaşındaydı. Müslüman olduktan sonra Hz. Muhammet'in büyük kızı Rukiye'yle evlenmişti. Fakat Rukiye amansız bir hastalık sonucu ölünce Hz. Muhammet bu sefer küçük kızı Ümmü Gülsüm'ü aralarındaki akrabalık bozulmasın diye Hz. Osman'a verdi. Böylece Hz. Osman iki kere peygamber damadı oldu. Bundan ötürü de kendisine "İki Nur Sahibi" anlamına gelen "Zinnureyn" deniliyordu.
Hz. Osman yumuşak başlı dürüst son derece dinine bağlı bir kimseydi. İnsan sevgisi ve acıma duygusu onun en büyük özelliklerindendi... Hz. Muhammet'i içtenlikle sever. Onun uğrunda hiç bir fedakârlıktan kaçınmazdı. Etkili bir konuşmacıydı. Kur'an-ı Kerim'in kitap haline getirilmesinde olduğu kadar Müslümanlığın yayılmasında da büyük çaba göstermiş ve başarı sağlamıştı.
Hz. Osman'ın Halifeliği zamanında İslâm Devleti Orta Asya'dan Atlas Okyanusuna kadar uzanıyor; İran Azerbaycan Irak Suriye Filistin ve Mısır'ı içine alıyordu. Bütün bu ülkeler Basra Küfe Şam ve Mısır Valilikleri tarafından yönetilirdi.
Onun amacı Hz Ömer'den devraldığı bu büyük İslâm devletinin sınırları içindeki değişik ırk dil ve dindeki toplumları birbirleriyle kaynaştırmak ileri ve uygar bir yönetim kurmaktı. Bunda başarı kazanmış Hz. Ömer'in yerini tam anlamıyla doldurmuştu.
On iki yıllık Halifeliğinin ilk altı yılı tam bir güvenlik ve düzen içinde geçmişti. Ülkede eksiksiz bir denetim kurulmuş tarım ve ticaret alanlarında büyük atılımlar yapılmıştı. Ne var ki varlıkları çoğaldıkça Müslümanlar yaşadıkları gösterişsiz ve yalın hayattan uzaklaşıp dünya zevk ve nimetlerinden yararlanmak için günlerini gün etmeye bakıyorlardı.
Hz. Muhammet bir konuşma sırasında rekabet ve kin duygusunun varlıkla birlikte geleceğini bildirmişti. Gerçekten de öyle olmuştu; aralarına çıkar ayrılıkları girdikçe Müslümanların birliği bozuluyor eski içtenlik ve gerçek dostluk hiç bir yerde görülmez oluyordu. Artık Müslümanlar da Bizanslılar -ve İranlılar gibi saraylarda oturuyor değerli kumaşlardan elbiseler giyiyorlardı. Hz. Muhammet'in döneminde yaşamış olanlar yaşlanmışlardı. Onların yerine geçen yeni kuşak eskilerin ülkülerine bağlılığından yoksundu. Madde ve çıkar onlara daha çekici geliyordu.
Öte yandan Kureyş'in iki kolu olan Haşimilerle Emeviler birbirlerine düşman kesilmişlerdi. Emeviler Hz. Osman'la olan yakın akrabalıklarından yararlanıp bütün yüksek memurlukları ellerine geçirmişlerdi. Bu durumdan en çok Haşimiler yakınıyorlardı.
Bu Sıralarda Mısır'dan birkaç kişi Medine'ye gelerek Hz. Osman'a Vali Abdullah bin Sa'd'ı şikâyet ettiler. Halife Hz. Osman Vali'yi azarlayan bir mektup yazdı. Gelenler mektubu Vali'ye ilettiklerinde Abdullah bin Sa'd Halife'nin buyruklarına boyun eğeceği yerde onları dövdürdü. Dahası şikâyetçilerden biri dayak sırasında öldü. Bu olay genel hoşnutsuzluğun su üzerine çıkmasına ve birtakım ayaklanma girişimlerine yol açtı.
Ayaklananlar Basra Küfe ve Mısır üzerinden Medine'ye doğru üç ayrı koldan yürüyüşe geçtiler. Ancak Medine'de Hz. Osman'ı tutanların bir ordu topladıklarını işitince kentin yakınlarında konakladılar. Gelenler 600 kişiydiler. Duydukları bu haberin doğruluğunu öğrenmek için Medine'ye birkaç kişilik bir kurul gönderdiler. Bunlar Medine'de Hz. Ali Talha ve Zübeyr'den başka Hz. Muhammet'in eşleri ve kentin ileri gelenleriyle görüştüler. Hac amacıyla geldiklerini ayrıca halka kötü davranan memurların görevlerinden alınmaları için başvuracaklarını arkadaşlarının da Medine'ye girmelerine izin verilmesini söylüyorlardı. Talha ve Zübeyr söylenenlere inanmadılar. Ayaklananlar kötü amaçlarının ortaya çıktığını görünce Medine'nin dışında bekleyen arkadaşlarının yanına döndüler.
Aralarında yeniden bir görüşme yaptıktan sonra Mısırlıların Hz. Ali'ye. Basralıların Talha'ya ve Kulelilerin ise Zübeyr'e baş vurarak kabul ederlerse Hz. Osman'ın yerine kendilerini Halife seçeceklerini söyleme kararını aldılar. Teklif aynı anda üçüne birden yapılacak ve onların iktidar tutkuları kamçılanarak düşmanlarını parçalayıp güçsüz düşüreceklerdi.
Hz. Ali olup bitenlerden kuşkulandığı için Medine'de asker toplamış oğulları Hasan ve Hüseyin'i de Hz. Osman'ı korumakla görevlendirmişti. Kendisi de Medine dışında karargâh kurmuştu. Burada Mısırlıların.temsilcileriyle görüşen Hz. Ali teklifi öğrenince öfkelendi hepsini kovdu. Öteki asi kurulları da Talha ve Zübeyr'den aynı karşılığı alınca gidiyormuş gibi yaptılar. Bunun üzerine Hz. Ali askerleriyle Medine'ye döndü.
Fakat ayaklananlar birdenbire geri dönerek saldırıya geçmişler ve güvenlik tedbirlerinin kaldırıldığı Medine'ye girmişlerdi. Kendilerine karşı koyanların öldürüleceğini halka hiç bir kötülüklerinin dokunmayacağını açıklayan isyancılar Hz. Osman'ın gönderdiği kişilerin öğütlerini dinlemediler. Daha sonra Medine'nin ileri gelen kişileriyle ayaklananların yanına giden Hz. Ali:
"Gitmeye karar vermişken niçin geri döndünüz?" diye sordu.
İsyancılar Hz. Ali'ye amaçlarının Hz. Osman'ı Halife'likten düşürmek olduğunu söylediler. Hz. Osman'ı tutanlar isyancılarla çarpışmak için ondan izin istediler. Fakat Hz. Osman kendisinin yüzünden Müslüman kanı akıtmasından yana olmadığından onlara bu izni vermedi.
İsyancılar Medine'ye yerleşmişlerdi. Hz. Osman ise. sanki hiç bir şey olmamış gibi imamlık görevine devam ediyordu. Ona karşı olanlar da arkasında namaz kılıyorlardı. Bir cuma namazında Hz. Osman minberden isyancılara seslenerek:
"Sizler lanetlenmiş kişilersiniz. Gelin asilikten vazgeçin lanetlenmiş olmayın!.." dedi. Camide bulunanlardan birkaç kişi de onun bu sözlerini onayladılar. Buna çok kızan asiler halkı taşa tuttular. Atılan taşlardan biri de Hz. Osman'ın başına geldi ve bayılmasına yo! açtı.
Vilâyetlerde Medine'deki karışıklıklar öğrenilince Hz. Osman'ı kurtarmak için hazırlıklar başladı. Şam'dan Kûfe'den ve Basra'dan ona bağlı birlikler hızla Medine'ye doğru ilerlemeye başladılar. Tehlike içinde olduklarını anlayan isyancılar işi çabucak bitirmek için Hz. Osman'ı öldürmeye karar verdiler.
Hz. Ali isyancıların kararını öğrenince oğulları Hasan ve Hüseyin'i yeniden Hz. Osman'ı korumakla görevlendirdi. Talha Zübeyr ve öteki seçkin kişiler de oğullarını Hz. Osman'ın yanına gönderdiler öte yandan isyancıların Hz. Osman'ı öldürmeye iyice kararlı olduklarını gören Hz. Ali onlara:
"Kılıçlarınızı sıyırmayın; sıyırırsanız bir daha kınına koyamazsınız! Unutmayınız ki Medine'yi koruyan meleklerdir. Eğer onu öldürürseniz melekler Medine'yi bırakıp giderler! Bir Halife öldürülürce 30 bin insan öldürülmüş sayılır." diye onlara öğüt verdi fakat bu sözlerinin bir etkisi olmadı.
İsyancılar bir gün saldırıya geçip Hz. Osman'ın evini ok yağmuruna tuttular. Atılan oklardan Hz. Ali'nin oğlu Hasan'la Talha'nın oğlu Muhammet yaralandı. İsyancılar ok atarak bir sonuç alamayacaklarını anlayınca bitişik evin duvarını delerek Hz. Osman'ın evine girdiler.
Bu sıralarda Hz. Osman 82 yaşındaydı. Bir gece önce düşünde Hz. Muhammet'i görmüş ve Peygamber ona:
"Yarın akşam iftarı bizim yanımızda yapacaksın..." demişti.
Delik duvardan içeri giren isyancılar Hz. Osman'ı oruçlu ağzıyla Kur'an-ı Kerim okurken buldular. Muhammet bin Ebubekir Hz. Osman'ın sakalından tutarak:
"Şimdi seni elimden hiç kimse alamaz!.." diye bağırdı.
Hz. Osman Muhammet bin Ebubekir'in yüzüne bakarak yavaş bir sesle:
"Baban bu halini görse ne kadar utanır ne kadar üzülürdü..." deyince Ebubekir utancından kaçtı. Geriye kalan üç suikastçıdan biri kılıcını çekerek Hz. Osman'a doğru salladı. Eşinin yanında bulunan Naile Hatun Hz. Osman'ı korumak için kollarını siper etmek isteyince parmakları doğrandı. Bu sefer öbür iki suikastçı Halife'ye saldırdı. Biri kılıcını Hz. Osman'ın göğsüne saplarken öteki de boğazına sarıldı. Az sonra Hz. Osman kanlar içinde cansız yerde yatıyordu. Hz. Osman'ın kanı okumakta olduğu Kur'an'ın üzerine sıçramıştı.
Naile Hatun'un bağırışı üzerine koşan kölelerden biri suikastçilerden ikisini öldürdü üçüncüsü kaçmayı başarabildi. Kapıda nöbet bekleyenler de içeriden gelen gürültüleri duyunca odaya girmişler fakat geç kaldıklarını görmüşlerdi.
İsyancılar iki gün Medine'ye egemen oldular. Korkusundan kimse sokağa çıkamıyordu. Hz. Osman'ın cesedi iki gün olduğu yerde kaldı. Sonunda Hz. Ali. Hz. Osman'ın gömülmesi için harekete geçti. Ölüyü taşlamak isteyen isyancıları dağıttı. Hz. Osman'ın cenazesi Medinelilerden ancak 20 kişi tarafından kaldırılarak gömüldü.
Hz. Osman'ın Kur'an-ı Kerim üzerine sıçrayan kanı hiç bir zaman kurumadı. Müslümanlar arasındaki savaşın başlangıcı oldu. Yüzyıllarca sanki bu kanın kurumasını önlemek istercesine mezhep kavgalarıyla Müslümanlar birbirlerinin kanını akıtıp durdular
Suikastler ve tarihleri
Suikastler ve tarihleri
" düş uçacak bahara doğru "
Re: Suikastler ve tarihleri
II. Abdülhamit Suikastı
1905 yılının 21 temmuzuydu. Padişah II. Abdülhamit'e Yıldız camisindeki cuma selâmlığından çıkmış arabasına doğru ilerliyordu. Her zamanki gibi caminin merdivenlerinden inecek ve dört yüz metre ileride bekleyen arabasına binecekti. Fakat bu sefer ufak bir gecikme olmuştu. Şeyhülislâm Cemalettin Efendi Abdülhamit’in yolunu kesmiş bazı konularda bilgi istemişti.
Padişah II. Abdülhamit'le Şeyhülislâm Cemalettin Efendi arasındaki konuşma oldukça uzamıştı. Tam bu sırada korkunç bir patlama duyulmuş arkasından araba parçaları ve insan kol ve bacakları dört bir yana savrulmaya başlamıştı. Padişahın yanında bulunanlar korkuyla kaçışıyor canlarını kurtarmak için sığınacak yer arıyorlardı. O kadar kalabalığın arasında kılını kıpırdatmayan yüzünde en ufak bir heyecan ve korku izi görülmeyen tek bir kişi vardı: Kuruntu ve kuşkusu herkes tarafından bilinen II. Abdülhamit..
Ortada heykel gibi kıpırdamadan duruyordu. Yaverlerinden Miralay Sadık Bey korku ve telâştan kılıcını yere düşürmüş. Miralay Süleyman Şefik Bey de apoletini kaybetmişti. Çevresindekilerin can kaygısına düşüp çil yavrusu gibi dağılmaları II. Abdülhamit’i çok kızdırmış ve olaydan sonra yaveri için :
"Kılıcını düşüren yaveri maiyetimde görmek istemem Trablus'a sürgün gidecek!.." emrini vermişti. Tehlike savuştuktan sonra sığındıkları yerlerden çıkanlara Padişah şunları söylemişti:
"Arabamı çekiniz burayı kordon altına alınız sorumluları tutuklayınız!.." Bu sırada muhafız kıtalarının tüfeklerine mermi sürdüklerini görünce töreni yöneten subaya :
"Selâm emrini verdir ne duruyorsun!." diye bağırmıştı. Muhafız kıtası hazır ol durumuna geçince cami kapısına getirilen arabaya binen Abdülhamit âdeti olmadığı halde ayakta durmuş dizginleri kendi kullanarak Çit köşküne varmıştı.
Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurmaya çalışan Ermeni Komitacıları karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Padişah II. Sultan Abdülhamit'i öldürmek istemişlerdi. Kendileri bu işte yeteri kadar tecrübeli olmadıklarından Avrupa ve Rusya'daki uluslararası anarşistlerle ilişki kurmuşlar onlardan Abdülhamit'in öldürülmesi konusunda yardım ve destek sağlamışlardı.
Bu iş için özel olarak İstanbul’a gelenlerden biri de Belçikalı ünlü anarşist Edvard Jorris'ti. O dönemde anarşizm bütün dünyayı sarmış suikasta uğramayan hükümdar ya da cumhurbaşkanı hemen hemen kalmamıştı. Şimdi sıra II. Abdülhamit'teydi. Edvard Jorris göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş Padişah'ın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı. Abdülhamit cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu. Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris bu sürenin hiç değişmediğini. Padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü.
Suikastı hazırlayan örgüt oldukça genişti. Jorris'ten başka Rusya'dan gelen Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina Hacı Nişan Minasyan Mıgırdıç Serkis Garibyan Karabet Ohanesyan Vahram Sabun Kendiryan Silviyoriçi Sari Torkom Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleriydiler.
Hazırlanan plana göre Yıldız camisi önünde bomba çatlatılıp II. Abdülhamit öldürüldükten sonra Galata Köprüsü Tünel yabancı banka ve kurumlar havaya uçurulacak yabancı devletlerin işe karışmaları sağlanacaktı. Filibe şehrinde Ermeni Komitacıları büyük bir toplantı yapmışlar bu toplantıya Slav ve Siyonist örgütleri de katılmıştı. Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar da bu toplantıda bulunanlar arasındaydı. Yapılan görüşmeler sonunda plan hazırlanmış ve II. Abdülhamit'in Yıldız camisinden çıkarken öldürülmesi kararlaştırılmıştı.
Gerçek adı Kristofor Mikaelyan olan fakat Samuel Fayn takma adiyle dolaşan Rus Ermenisi Viyana'da Neseldorfer Wagenbefcu Fabriks Geselschaft firmasına bir fayton yaptırmış ve bunu parça parça Türkiye'ye sokmuşlardı. Deniz yoluyla gelen faytonun parçalarını İstanbul’da komitenin adamı Silviyoriçi alıyor muayenesiz geçmesi için de gümrük memurlarına para yediriyordu.
İçine patlayıcı madde yerleştirilecek biçimde yaptırılan bu araba bir araya getirildikten sonra Şişli dışında denenmiş amaca uygun bulunmuştu. Faytona 80 kilo patlayıcı maddeyle 20 kilo demir parçası konmuş arabaya koşulacak atlar da o dönemin ünlü tiyatrocularından "Kel" Hasan Efendi’den satın alınmıştı. "Machine İnfernale-Cehennem Makinesi" adı verilen ve bombayı istenilen zamanda patlatacak olan araç Fransa'dan getirtilmişti. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra 21 Temmuz 1905 cuma günü fayton Abdülhamit'in dört at koşulu arabasının yanına bırakılmış Padişahın camiden dışarıya çıkması beklenmeye başlanmıştı.
Abdülhamit caminin kapısında görününce Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina Cehennem Makinesini çalıştırarak bomba 1 dakika 42 saniye sonra patlayacak duruma getirilmişti. Fakat Padişah kapı önünde Şeyhülislâm Cemalettin Efendi'yle konuşmaya dalınca süre dolmuş Abdülhamit ölümden kurtulmuştu. Suikast amacını gerçekleştirememişti ama tam 26 kişi ölmüş 58 kişi de yaralanmıştı. Ayrıca 17 arabayla 20 at da parçalanmıştı. Cehennem Makinesi'ni çalıştırdıktan sonra kaçamayan Kristifor Mikaelyan da ölüler arasındaydı.
Suikastçılardan birçoğu yabancı pasaport taşıdıklarından yurt dışına kaçmışlardı. Fakat Edvard Jorris yakalanmıştı. Arabanın parçaları arasında bulunan Neseldorfer kelimesiyle 11123 rakamı olayın aydınlanmasını sağlamış konuşmamakta direnen Edvard Jorris de her şeyin ortaya çıktığını görünce bütün bildiklerini anlatmıştı. Suikastçılardan Hacı Nişan Minasyan sorgusu sırasında gittiği yüznumarada teneke ibrikle bilek damarlarını ve karnını yırtarak intihar etmiş geri kalanlar idam cezasına çarptırılmışlardı.
Abdülhamit Edvard Jorris'i bağışlamış ayrıca kendisine 500 altın vermişti. Jorris daha sonraları Avrupa'da Abdülhamit'in bir ajanı olarak çatışmış saraya önemli raporlar göndermiştir.
Abdülhamit'in Ermeni Komitacıları tarafından öldürülememesi nedense Tevfik Fikret'i pek üzmüş ve bu üzüntüsünü "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiirinde şu mısralarla belirtmişti :
"Ey şanlı avcı damını bihûde kurmadın.
Attın fakat yazık ki yazıklar ki vurmadın"
Talat Paşa Suikastı Talat Paşa!.. Talât Paşa!.."
İttihat ve Terakki'nin eski Başvekili Talat Paşa kendisine seslenen adamı görmek için geriye döndü. Dönmesiyle ateşlenen bir tabancadan çıkan kurşunun alnına saplanması ve kaldırımların üzerine yığılması bir olmuştu.
Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğunun kaderini elinde tutan Talat Paşa İran'ın Selmas şehrinde doğan Salomon Taleyran adlı bir Ermeni Komitacısının kurşunuyla böylece can vermişti.
Olay Berlin'de geçiyor takvimler 15 mart 1921'i gösteriyordu.
Eşi Hayriye hanım kocasının ölümünden yıllar sonra Talat Paşa'nın öldürülmesi konusunda şunları söylüyordu:
"Çok cesurdu. Tehlike nedir bilmezdi. Etrafında kimbilir ne maksatla kimler dolaşıyor dikkat et dedikleri zamanlarda bile aldırmaz çantasını koluna alınca fırlar tek başına giderdi. Berlin'de -en sonunda kanına giren- katil daha önce iki kere karşısına çıkmış Paşa'yla göz göze gelmiş. Fakat Paşa o kadar pervasız sakin hatta gülümseyerek bakıyormuş ki adam avuçladığı silahını çıkarmaya cesaret edememiş ve nihayet: Ben Talat Paşa'ya baka baka silahımı çekemeyeceğim ancak arkasından vurabilirim demiş."
Talat Paşa Berlin'deyken bir dostuna yurt hasreti içinde şunları söylemişti:
"Selanik'teyken ikide bir sürgün cezasına çarpılan Bulgar komitacılarıyla karşılaşırdık. Bunlar vatanlarından ayrılmadan evvel jandarma nezaretinde bulundukları halde merasimle rıhtımın üzerinde toplanır ve içlerinden birisinin verdiği işaretle hep birden eğilip toprağı öperlerdi.
Bu onlar için vatana dönüş umudunun bir ifadesiydi: Öptüğümüz toprak bizimdir buraya yine geleceğiz... demek istiyorlardı. Bir gün ben de vatana dönersem bilir misiniz ne yapacağım?"
Dostu: "Her halde siz de onlar gibi toprağı öpeceksiniz..." deyince Talat Paşa ağlayarak şu karşılığı vermişti:
"Ne dersin sen? Ne dersin sen? Ben öpmekle doyamam ki... Yiyeceğim vatan toprağını yiyeceğim..."
Talat Paşa 1874 yılının 17 Ağustosunda Edirne'de doğmuştu. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilk ve orta öğrenimini bitirdikten sonra Alyans İsrail okulunda iki yıl Fransızca okudu. Zeki çalışkan bir gençti. Okul yöneticileri kendisine bir yıl kadar Türkçe öğretmenliği görevini vermişlerdi.
Mehmet Talat Edirne'de çok durmadı. Selanik’e giderek Telgrafhaneye maaşsız memur adayı olarak girdi. Hukuk Mektebi'ne kaydoldu. Bir yıl sonra. Telgrafhane "Mukayyid"i (Kayıt memuru) olarak maaşa geçti ve yirmi yaşının içindeyken politikayla ilgilenmeye başladı. Jön-Türklerle haberleşirken yakalandığından üç yıl sürgün cezası yedi Hukuk Mektebini de ikinci sınıfında bırakmak zorunda kaldı.
Cezası iki yıl sonra bağışlandı ve 1898'de Selanik'le Manastır arasında "gezici posta memuru" oldu. Bu görevi İttihat ve Terakki örgütünün bu dolaylardaki haberleşmesini güvenlik içinde yapabilmesi amacıyla kabul etmişti. 1893 yılında Posta Telgraf Başmüdürlüğü kâtipliğine 1903'te de başkâtipliğine getirildi. 1907 yılındaysa İttihat ve Terakki'nin "İhtilâl Komitası" sivil kadrosunun basında olduğu anlaşılarak görevinden çıkarıldı ve tutuklandı.
1908'de İttihat ve Terakki'nin önde gelen kişilerinden biri olarak Mehmet Talat İkinci Meşrutiyet Meclisine Edirne mebusu seçildi. Önce Meclis Reis Vekilliğine getirildi 1909 Temmuzundan başlayarak sırasıyla Dahiliye Nazırı Meclis'te İttihat ve Terakki Fırkası Reisi Posta Telgraf Nazırı ve yine Dahiliye Nazırı oldu.
1916 yılında Sadrazam Sait Halim Paşa'nın istifasıyla onun yerine getirildi. Birinci Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğunun yenilmesi ve Mondros Mütareke'sinin imzalanması üzerine Enver ve Cemal Paşalarla birlikte yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.
31 Temmuz 1918'de Mondros Mütarekesi uyarınca Osmanlı İmparatorluğu orduları silahlarını bırakmış yenilgiyi kabul etmişti İttihat ve Terakki'nin üç büyükleri Talat Enver ve Cemal Paşaların savaş suçlusu olarak yargılanmaları kesindi. Bu nedenle üç büyükler yurtdışına kaçmaya karar verdiler
Talat Paşa yurt dışına çıkmadan önce yerine getirilen Başvekil İzzet Paşa'ya şu mektubu göndermişti:
"Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa Hazretlerine
Memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım. Buna rağmen memlekette kalmak ve millet muvacehesinde muhakeme olmak fikrinde idim. Bütün dostlarım bunu atiye talik etmek için ısrar ettiler. Zat-ı fahimtaneleriyle istişare edemedim. Müşkül mevkide kalacağınızdan çok düşündükten sonra sarfı nazar ettim. Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim memleket namuskârane ve fedakârane hizmet etmek idi. Şahsen buna muvaffak oldum. Bütün servetim zat-ı şahanenin ihsan ettiği otomobil esmanıyla (değer kıymet) her ay artırdığım yirmişer liradan müterakim bin altı yüz liralık istikraz-ı dahili bedelinden ve bir de dört arkadaşımla birlikte isticar (kiralamak) ettiğimiz çiftliğin devri icarından hasıl olan paradan ibarettir. Bunun bir kısmını aileme terk ederek bir kısmını yanıma aldım. Bundan başka bir nesneye malik değilim. Millete karşı hesap vermek ve muhakeme olarak tayin edilecek cezayı kemal-i cesaretle çekmek isterim işte zat-ı fahimanelerine söz veriyorum. Memleketim ecnebi nüfuz ve tesirinden azade kaldığı gün ilk telgrafınıza itaat edeceğim. Baki kemal-i hürmetle ellerinizden öperim muhterem Paşa Hazretleri.
1905 yılının 21 temmuzuydu. Padişah II. Abdülhamit'e Yıldız camisindeki cuma selâmlığından çıkmış arabasına doğru ilerliyordu. Her zamanki gibi caminin merdivenlerinden inecek ve dört yüz metre ileride bekleyen arabasına binecekti. Fakat bu sefer ufak bir gecikme olmuştu. Şeyhülislâm Cemalettin Efendi Abdülhamit’in yolunu kesmiş bazı konularda bilgi istemişti.
Padişah II. Abdülhamit'le Şeyhülislâm Cemalettin Efendi arasındaki konuşma oldukça uzamıştı. Tam bu sırada korkunç bir patlama duyulmuş arkasından araba parçaları ve insan kol ve bacakları dört bir yana savrulmaya başlamıştı. Padişahın yanında bulunanlar korkuyla kaçışıyor canlarını kurtarmak için sığınacak yer arıyorlardı. O kadar kalabalığın arasında kılını kıpırdatmayan yüzünde en ufak bir heyecan ve korku izi görülmeyen tek bir kişi vardı: Kuruntu ve kuşkusu herkes tarafından bilinen II. Abdülhamit..
Ortada heykel gibi kıpırdamadan duruyordu. Yaverlerinden Miralay Sadık Bey korku ve telâştan kılıcını yere düşürmüş. Miralay Süleyman Şefik Bey de apoletini kaybetmişti. Çevresindekilerin can kaygısına düşüp çil yavrusu gibi dağılmaları II. Abdülhamit’i çok kızdırmış ve olaydan sonra yaveri için :
"Kılıcını düşüren yaveri maiyetimde görmek istemem Trablus'a sürgün gidecek!.." emrini vermişti. Tehlike savuştuktan sonra sığındıkları yerlerden çıkanlara Padişah şunları söylemişti:
"Arabamı çekiniz burayı kordon altına alınız sorumluları tutuklayınız!.." Bu sırada muhafız kıtalarının tüfeklerine mermi sürdüklerini görünce töreni yöneten subaya :
"Selâm emrini verdir ne duruyorsun!." diye bağırmıştı. Muhafız kıtası hazır ol durumuna geçince cami kapısına getirilen arabaya binen Abdülhamit âdeti olmadığı halde ayakta durmuş dizginleri kendi kullanarak Çit köşküne varmıştı.
Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurmaya çalışan Ermeni Komitacıları karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Padişah II. Sultan Abdülhamit'i öldürmek istemişlerdi. Kendileri bu işte yeteri kadar tecrübeli olmadıklarından Avrupa ve Rusya'daki uluslararası anarşistlerle ilişki kurmuşlar onlardan Abdülhamit'in öldürülmesi konusunda yardım ve destek sağlamışlardı.
Bu iş için özel olarak İstanbul’a gelenlerden biri de Belçikalı ünlü anarşist Edvard Jorris'ti. O dönemde anarşizm bütün dünyayı sarmış suikasta uğramayan hükümdar ya da cumhurbaşkanı hemen hemen kalmamıştı. Şimdi sıra II. Abdülhamit'teydi. Edvard Jorris göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş Padişah'ın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı. Abdülhamit cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu. Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris bu sürenin hiç değişmediğini. Padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü.
Suikastı hazırlayan örgüt oldukça genişti. Jorris'ten başka Rusya'dan gelen Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina Hacı Nişan Minasyan Mıgırdıç Serkis Garibyan Karabet Ohanesyan Vahram Sabun Kendiryan Silviyoriçi Sari Torkom Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleriydiler.
Hazırlanan plana göre Yıldız camisi önünde bomba çatlatılıp II. Abdülhamit öldürüldükten sonra Galata Köprüsü Tünel yabancı banka ve kurumlar havaya uçurulacak yabancı devletlerin işe karışmaları sağlanacaktı. Filibe şehrinde Ermeni Komitacıları büyük bir toplantı yapmışlar bu toplantıya Slav ve Siyonist örgütleri de katılmıştı. Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar da bu toplantıda bulunanlar arasındaydı. Yapılan görüşmeler sonunda plan hazırlanmış ve II. Abdülhamit'in Yıldız camisinden çıkarken öldürülmesi kararlaştırılmıştı.
Gerçek adı Kristofor Mikaelyan olan fakat Samuel Fayn takma adiyle dolaşan Rus Ermenisi Viyana'da Neseldorfer Wagenbefcu Fabriks Geselschaft firmasına bir fayton yaptırmış ve bunu parça parça Türkiye'ye sokmuşlardı. Deniz yoluyla gelen faytonun parçalarını İstanbul’da komitenin adamı Silviyoriçi alıyor muayenesiz geçmesi için de gümrük memurlarına para yediriyordu.
İçine patlayıcı madde yerleştirilecek biçimde yaptırılan bu araba bir araya getirildikten sonra Şişli dışında denenmiş amaca uygun bulunmuştu. Faytona 80 kilo patlayıcı maddeyle 20 kilo demir parçası konmuş arabaya koşulacak atlar da o dönemin ünlü tiyatrocularından "Kel" Hasan Efendi’den satın alınmıştı. "Machine İnfernale-Cehennem Makinesi" adı verilen ve bombayı istenilen zamanda patlatacak olan araç Fransa'dan getirtilmişti. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra 21 Temmuz 1905 cuma günü fayton Abdülhamit'in dört at koşulu arabasının yanına bırakılmış Padişahın camiden dışarıya çıkması beklenmeye başlanmıştı.
Abdülhamit caminin kapısında görününce Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina Cehennem Makinesini çalıştırarak bomba 1 dakika 42 saniye sonra patlayacak duruma getirilmişti. Fakat Padişah kapı önünde Şeyhülislâm Cemalettin Efendi'yle konuşmaya dalınca süre dolmuş Abdülhamit ölümden kurtulmuştu. Suikast amacını gerçekleştirememişti ama tam 26 kişi ölmüş 58 kişi de yaralanmıştı. Ayrıca 17 arabayla 20 at da parçalanmıştı. Cehennem Makinesi'ni çalıştırdıktan sonra kaçamayan Kristifor Mikaelyan da ölüler arasındaydı.
Suikastçılardan birçoğu yabancı pasaport taşıdıklarından yurt dışına kaçmışlardı. Fakat Edvard Jorris yakalanmıştı. Arabanın parçaları arasında bulunan Neseldorfer kelimesiyle 11123 rakamı olayın aydınlanmasını sağlamış konuşmamakta direnen Edvard Jorris de her şeyin ortaya çıktığını görünce bütün bildiklerini anlatmıştı. Suikastçılardan Hacı Nişan Minasyan sorgusu sırasında gittiği yüznumarada teneke ibrikle bilek damarlarını ve karnını yırtarak intihar etmiş geri kalanlar idam cezasına çarptırılmışlardı.
Abdülhamit Edvard Jorris'i bağışlamış ayrıca kendisine 500 altın vermişti. Jorris daha sonraları Avrupa'da Abdülhamit'in bir ajanı olarak çatışmış saraya önemli raporlar göndermiştir.
Abdülhamit'in Ermeni Komitacıları tarafından öldürülememesi nedense Tevfik Fikret'i pek üzmüş ve bu üzüntüsünü "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiirinde şu mısralarla belirtmişti :
"Ey şanlı avcı damını bihûde kurmadın.
Attın fakat yazık ki yazıklar ki vurmadın"
Talat Paşa Suikastı Talat Paşa!.. Talât Paşa!.."
İttihat ve Terakki'nin eski Başvekili Talat Paşa kendisine seslenen adamı görmek için geriye döndü. Dönmesiyle ateşlenen bir tabancadan çıkan kurşunun alnına saplanması ve kaldırımların üzerine yığılması bir olmuştu.
Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğunun kaderini elinde tutan Talat Paşa İran'ın Selmas şehrinde doğan Salomon Taleyran adlı bir Ermeni Komitacısının kurşunuyla böylece can vermişti.
Olay Berlin'de geçiyor takvimler 15 mart 1921'i gösteriyordu.
Eşi Hayriye hanım kocasının ölümünden yıllar sonra Talat Paşa'nın öldürülmesi konusunda şunları söylüyordu:
"Çok cesurdu. Tehlike nedir bilmezdi. Etrafında kimbilir ne maksatla kimler dolaşıyor dikkat et dedikleri zamanlarda bile aldırmaz çantasını koluna alınca fırlar tek başına giderdi. Berlin'de -en sonunda kanına giren- katil daha önce iki kere karşısına çıkmış Paşa'yla göz göze gelmiş. Fakat Paşa o kadar pervasız sakin hatta gülümseyerek bakıyormuş ki adam avuçladığı silahını çıkarmaya cesaret edememiş ve nihayet: Ben Talat Paşa'ya baka baka silahımı çekemeyeceğim ancak arkasından vurabilirim demiş."
Talat Paşa Berlin'deyken bir dostuna yurt hasreti içinde şunları söylemişti:
"Selanik'teyken ikide bir sürgün cezasına çarpılan Bulgar komitacılarıyla karşılaşırdık. Bunlar vatanlarından ayrılmadan evvel jandarma nezaretinde bulundukları halde merasimle rıhtımın üzerinde toplanır ve içlerinden birisinin verdiği işaretle hep birden eğilip toprağı öperlerdi.
Bu onlar için vatana dönüş umudunun bir ifadesiydi: Öptüğümüz toprak bizimdir buraya yine geleceğiz... demek istiyorlardı. Bir gün ben de vatana dönersem bilir misiniz ne yapacağım?"
Dostu: "Her halde siz de onlar gibi toprağı öpeceksiniz..." deyince Talat Paşa ağlayarak şu karşılığı vermişti:
"Ne dersin sen? Ne dersin sen? Ben öpmekle doyamam ki... Yiyeceğim vatan toprağını yiyeceğim..."
Talat Paşa 1874 yılının 17 Ağustosunda Edirne'de doğmuştu. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilk ve orta öğrenimini bitirdikten sonra Alyans İsrail okulunda iki yıl Fransızca okudu. Zeki çalışkan bir gençti. Okul yöneticileri kendisine bir yıl kadar Türkçe öğretmenliği görevini vermişlerdi.
Mehmet Talat Edirne'de çok durmadı. Selanik’e giderek Telgrafhaneye maaşsız memur adayı olarak girdi. Hukuk Mektebi'ne kaydoldu. Bir yıl sonra. Telgrafhane "Mukayyid"i (Kayıt memuru) olarak maaşa geçti ve yirmi yaşının içindeyken politikayla ilgilenmeye başladı. Jön-Türklerle haberleşirken yakalandığından üç yıl sürgün cezası yedi Hukuk Mektebini de ikinci sınıfında bırakmak zorunda kaldı.
Cezası iki yıl sonra bağışlandı ve 1898'de Selanik'le Manastır arasında "gezici posta memuru" oldu. Bu görevi İttihat ve Terakki örgütünün bu dolaylardaki haberleşmesini güvenlik içinde yapabilmesi amacıyla kabul etmişti. 1893 yılında Posta Telgraf Başmüdürlüğü kâtipliğine 1903'te de başkâtipliğine getirildi. 1907 yılındaysa İttihat ve Terakki'nin "İhtilâl Komitası" sivil kadrosunun basında olduğu anlaşılarak görevinden çıkarıldı ve tutuklandı.
1908'de İttihat ve Terakki'nin önde gelen kişilerinden biri olarak Mehmet Talat İkinci Meşrutiyet Meclisine Edirne mebusu seçildi. Önce Meclis Reis Vekilliğine getirildi 1909 Temmuzundan başlayarak sırasıyla Dahiliye Nazırı Meclis'te İttihat ve Terakki Fırkası Reisi Posta Telgraf Nazırı ve yine Dahiliye Nazırı oldu.
1916 yılında Sadrazam Sait Halim Paşa'nın istifasıyla onun yerine getirildi. Birinci Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğunun yenilmesi ve Mondros Mütareke'sinin imzalanması üzerine Enver ve Cemal Paşalarla birlikte yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.
31 Temmuz 1918'de Mondros Mütarekesi uyarınca Osmanlı İmparatorluğu orduları silahlarını bırakmış yenilgiyi kabul etmişti İttihat ve Terakki'nin üç büyükleri Talat Enver ve Cemal Paşaların savaş suçlusu olarak yargılanmaları kesindi. Bu nedenle üç büyükler yurtdışına kaçmaya karar verdiler
Talat Paşa yurt dışına çıkmadan önce yerine getirilen Başvekil İzzet Paşa'ya şu mektubu göndermişti:
"Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa Hazretlerine
Memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım. Buna rağmen memlekette kalmak ve millet muvacehesinde muhakeme olmak fikrinde idim. Bütün dostlarım bunu atiye talik etmek için ısrar ettiler. Zat-ı fahimtaneleriyle istişare edemedim. Müşkül mevkide kalacağınızdan çok düşündükten sonra sarfı nazar ettim. Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim memleket namuskârane ve fedakârane hizmet etmek idi. Şahsen buna muvaffak oldum. Bütün servetim zat-ı şahanenin ihsan ettiği otomobil esmanıyla (değer kıymet) her ay artırdığım yirmişer liradan müterakim bin altı yüz liralık istikraz-ı dahili bedelinden ve bir de dört arkadaşımla birlikte isticar (kiralamak) ettiğimiz çiftliğin devri icarından hasıl olan paradan ibarettir. Bunun bir kısmını aileme terk ederek bir kısmını yanıma aldım. Bundan başka bir nesneye malik değilim. Millete karşı hesap vermek ve muhakeme olarak tayin edilecek cezayı kemal-i cesaretle çekmek isterim işte zat-ı fahimanelerine söz veriyorum. Memleketim ecnebi nüfuz ve tesirinden azade kaldığı gün ilk telgrafınıza itaat edeceğim. Baki kemal-i hürmetle ellerinizden öperim muhterem Paşa Hazretleri.
" düş uçacak bahara doğru "
Re: Suikastler ve tarihleri
2 Teşrinisani 1334 (2 Kasım 1918)
Mehmet Talat"
2 Kasım 1918 cumartesi gecesi saat 11'e yaklaştığı sırada karanlıklar arasında iki kişi hızlı hızlı rıhtıma doğru yürüyordu. Bunlardan biri Talat Paşa öteki de İhsan Namık Bey'di. Rıhtıma yaklaştıklarında üç kişinin daha orada beklediğini gördüler. Talat Paşa İhsan Bey'e dönerek:
"Bir kadınla iki erkek dolaşıyor bunlar kimdir İhsan?" diye sordu.
"Belki de pokerden dönüyorlardır. Paşam..."
Bekleyen üç kişiden biri onlara doğru ilerleyince tanımakta gecikmediler: Bu Enver Paşa'ydı.
Eski Harbiye Nazırı Talat Paşa'nın elini sıktıktan sonra:
"Tam zamanıdır motor da neredeyse gelir..." dedi.
Gerçekten de az sonra burnunda cansız bir ışıkla yol alan bir motor Amerikan Koleji yönünden gelerek rıhtıma yanaştı. Enver Paşa kendisini uğurlamaya gelen kız kardeşini kucakladıktan sonra motora atladı. Onu ötekiler izlediler. Biraz sonra bütün yolcularını alan motor açıkta kendilerini bekleyen Alman torpitobotuna yanaşıyordu.
Talat Paşa Berlin'e yerleşmişti. Anılarını yazıyor karısıyla birlikte yoksul sayılabilecek bir hayat yaşıyordu. Sık sık karısı Hayriye hanıma:
"Beni bir gün sokakta vuracaklar. Alnımdan kanlar akarak yere serileceğim. Yatakta ölmek nasip olmayacak. Ama ziyanı yok varsın vursunlar vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez. Bir Talat gider bin Talat gelir!.." derdi.
Bir gün ya Ermeni Komitacılarının ya da bir başka düşmanının kurşunlarıyla can vereceğini biliyordu. Özellikle Ermeni Komitacılarının...
Ermeniler 1878 Türk-Rus savaşından sonra Doğu illerimizde bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı. Çarlık Rusyası ve İngiltere Ermenileri sürekli olarak kışkırtıyor Amerikan misyonerleri de aynı yönde çalışmalar yapıyorlardı. Aya-Stefanos Anlaşması (Yeşilköy'ün eski adı) yapılırken Avrupa Devletlerinin Berlin Kongresi'ndeki yetkili delegelerine bu amaçla baş vurmuşlar fakat diplomatik yollardan yaptıkları bu baş vurmanın sonuçsuz kalmasıyla birtakım anarşist örgütler kurarak sabotaj ve ayaklanma eylemlerine girişmişlerdi. Hınçak ve Taşnak adlı bu gizli örgütler her eylemlerinde karşılarında Osmanlı Hükümetini buluyor yabancıların işe karışmasını sağlamak için "Türkler Ermenileri kesiyor!.." şeklinde propaganda yaparak Avrupa'yı birbirine katıyorlardı.
Ermeni Komitacılar Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Ermenilerin Doğu illerimizden göç ettirilmelerinde İttihat ve Terakki'nin dolayısıyla bu örgütün önderleri durumundaki Enver Talat ve Cemal Paşaların parmağını görüyor intikam için fırsat kolluyorlardı.
15 Mart 1921 günü Talat Paşa her zamanki gibi erkenden kalkmış saat ona kadar çalıştıktan sonra eşine dönerek:
"Haydi Hayriye seninle biraz dolaşalım. Hava almış olursun..." demişti.
Fakat mutfakta yemek pişirmekte olan karısı:
"Ben çıkmayayım. Hem yorgunum hem de ateşte yemek var." diye karşılık verdi.
Talât Paşa Hardenberg Strasse'deki evinden çıkıp tek başına yürümeye başlamıştı. Daldın ve düşünceli bir şekilde. Kurfüstendam caddesine saptı. Daha birkaç adım atmamıştı ki arkasından birinin:
"Talat Paşa!.. Talat Paşa!.." diye bağırdığını duydu. Geriye döndü ve...
Rumeli'de başlayan fırtınalar içinde geçen bir hayat. Kurfüstendam caddesinin kaldırımları üzerinde sona ermişti. Katil Salomon Taleyran 24 yaşında üniversite öğrencisi gözü dönmüş bir Taşnak Komitacısıydı.
Alman mahkemesi kendi toprakları üzerinde işlenen bu cinayetin suçlusuna hiç bir ceza vermeyerek Taleyran’ı beraat ettirdi. Yıllarca dost bildiği Birinci Dünya Savaşı'nda kader birliği ettiği Almanya onun anısına ve kanlı ölüsüne bile saygı göstermemişti.
Talat.Paşa'nın cesedi aradan 22 yıl geçtikten sonra 25 Şubat 1943'te yurda getirilerek Hürriyet-i Ebediye tepesindeki şehitliğe gömülmüştür. Talat Paşa dostuna söylediği biçimde yurdunun toprağını yiyememiş ancak bir torba kemik olarak yurt topraklarında sonsuz uykusuna dalmıştır
__________________
Mehmet Talat"
2 Kasım 1918 cumartesi gecesi saat 11'e yaklaştığı sırada karanlıklar arasında iki kişi hızlı hızlı rıhtıma doğru yürüyordu. Bunlardan biri Talat Paşa öteki de İhsan Namık Bey'di. Rıhtıma yaklaştıklarında üç kişinin daha orada beklediğini gördüler. Talat Paşa İhsan Bey'e dönerek:
"Bir kadınla iki erkek dolaşıyor bunlar kimdir İhsan?" diye sordu.
"Belki de pokerden dönüyorlardır. Paşam..."
Bekleyen üç kişiden biri onlara doğru ilerleyince tanımakta gecikmediler: Bu Enver Paşa'ydı.
Eski Harbiye Nazırı Talat Paşa'nın elini sıktıktan sonra:
"Tam zamanıdır motor da neredeyse gelir..." dedi.
Gerçekten de az sonra burnunda cansız bir ışıkla yol alan bir motor Amerikan Koleji yönünden gelerek rıhtıma yanaştı. Enver Paşa kendisini uğurlamaya gelen kız kardeşini kucakladıktan sonra motora atladı. Onu ötekiler izlediler. Biraz sonra bütün yolcularını alan motor açıkta kendilerini bekleyen Alman torpitobotuna yanaşıyordu.
Talat Paşa Berlin'e yerleşmişti. Anılarını yazıyor karısıyla birlikte yoksul sayılabilecek bir hayat yaşıyordu. Sık sık karısı Hayriye hanıma:
"Beni bir gün sokakta vuracaklar. Alnımdan kanlar akarak yere serileceğim. Yatakta ölmek nasip olmayacak. Ama ziyanı yok varsın vursunlar vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez. Bir Talat gider bin Talat gelir!.." derdi.
Bir gün ya Ermeni Komitacılarının ya da bir başka düşmanının kurşunlarıyla can vereceğini biliyordu. Özellikle Ermeni Komitacılarının...
Ermeniler 1878 Türk-Rus savaşından sonra Doğu illerimizde bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı. Çarlık Rusyası ve İngiltere Ermenileri sürekli olarak kışkırtıyor Amerikan misyonerleri de aynı yönde çalışmalar yapıyorlardı. Aya-Stefanos Anlaşması (Yeşilköy'ün eski adı) yapılırken Avrupa Devletlerinin Berlin Kongresi'ndeki yetkili delegelerine bu amaçla baş vurmuşlar fakat diplomatik yollardan yaptıkları bu baş vurmanın sonuçsuz kalmasıyla birtakım anarşist örgütler kurarak sabotaj ve ayaklanma eylemlerine girişmişlerdi. Hınçak ve Taşnak adlı bu gizli örgütler her eylemlerinde karşılarında Osmanlı Hükümetini buluyor yabancıların işe karışmasını sağlamak için "Türkler Ermenileri kesiyor!.." şeklinde propaganda yaparak Avrupa'yı birbirine katıyorlardı.
Ermeni Komitacılar Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Ermenilerin Doğu illerimizden göç ettirilmelerinde İttihat ve Terakki'nin dolayısıyla bu örgütün önderleri durumundaki Enver Talat ve Cemal Paşaların parmağını görüyor intikam için fırsat kolluyorlardı.
15 Mart 1921 günü Talat Paşa her zamanki gibi erkenden kalkmış saat ona kadar çalıştıktan sonra eşine dönerek:
"Haydi Hayriye seninle biraz dolaşalım. Hava almış olursun..." demişti.
Fakat mutfakta yemek pişirmekte olan karısı:
"Ben çıkmayayım. Hem yorgunum hem de ateşte yemek var." diye karşılık verdi.
Talât Paşa Hardenberg Strasse'deki evinden çıkıp tek başına yürümeye başlamıştı. Daldın ve düşünceli bir şekilde. Kurfüstendam caddesine saptı. Daha birkaç adım atmamıştı ki arkasından birinin:
"Talat Paşa!.. Talat Paşa!.." diye bağırdığını duydu. Geriye döndü ve...
Rumeli'de başlayan fırtınalar içinde geçen bir hayat. Kurfüstendam caddesinin kaldırımları üzerinde sona ermişti. Katil Salomon Taleyran 24 yaşında üniversite öğrencisi gözü dönmüş bir Taşnak Komitacısıydı.
Alman mahkemesi kendi toprakları üzerinde işlenen bu cinayetin suçlusuna hiç bir ceza vermeyerek Taleyran’ı beraat ettirdi. Yıllarca dost bildiği Birinci Dünya Savaşı'nda kader birliği ettiği Almanya onun anısına ve kanlı ölüsüne bile saygı göstermemişti.
Talat.Paşa'nın cesedi aradan 22 yıl geçtikten sonra 25 Şubat 1943'te yurda getirilerek Hürriyet-i Ebediye tepesindeki şehitliğe gömülmüştür. Talat Paşa dostuna söylediği biçimde yurdunun toprağını yiyememiş ancak bir torba kemik olarak yurt topraklarında sonsuz uykusuna dalmıştır
__________________
" düş uçacak bahara doğru "
Kimler çevrimiçi
Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 5 misafir