ÖZELLEŞTİRME NE İÇİN ?

Cevapla
Kullanıcı avatarı
moments
Site Yöneticisi
Site Yöneticisi
Mesajlar: 5033
Kayıt: 14 Ağu 2008, 19:14
Konum: Almanya
İletişim:

ÖZELLEŞTİRME NE İÇİN ?

Mesaj gönderen moments » 16 Kas 2008, 15:51

ÖZELLEŞTİRME NE İÇİN ?
ZELLEŞTİRME.jpg
ÖZELLEŞTİRME
ZELLEŞTİRME.jpg (41.72 KiB) 1631 kere görüntülendi
Özelleştirme konusunda çok kurnazca ve etkili bir kampanya gerçekleştirildi. Özelleştirmeyi adeta sihirli bir değnek gibi görenler, hızla çoğaldı. Pek çok insan, bu konuda adeta sarsılmaz bir itikat sahibi oldu. Özelleştirmeye en az inanıyor görünenler bile "Belki bize uymaz; ama, dünya özelleştirmeyi benimsemiş artık,değişim rüzgârlarının dışında kalamayız" demeye başladılar.

Günlük yaşam içinde nerede bir aksaklık görülse akla özelleştirme gelir oldu. Bankada kuyrukta bekliyorsunuz; bakıyorsunuz, işlerin yavaş yürümesinden sıkılan birisi yakınmaya başlıyor: "üstelik bu banka özel banka !" diye sesini yükseltiyor. Yani, işletmeler özel olunca işlerin hızlanacağına kesin gözüyle bakılıyor.

Bu konuda daha da ilginç bir gözlemi, bir arkadaşımdan dinlemiştim. Havaalanında içtiği çayı beğenmeyen birisi bağırıyor: "Özelleştireceksin bunların hepsini!". Bir başkası gerçeği acımasızca dillendiriyor: "Buralar çoktan özelleştirildi".

Bütün bunlar kendiliğinden olmadı. Özellikle, 12 Eylül'den bu yana, çok yaygın saflardan kaynaklanan özelleştirme yanlısı bir bombardıman sürdürüldü. Yazılı basının ideolojik açıdan çok değişikmiş gibi görünen türleri, radyo-televizyon kanalları, kimi "solcu"lar dahil, "çağ atlamış" yazarlar, politikacılar ve akla gelebilecek her türlü iletişim araçları, bu bombardımana destek oldular.

Şu veya bu yolla devletin başına geçmiş olanlar, devlet işletmeciliğine karşı en koyu saldırılara öncülük ettiler. Evren'in, devlet mağazalarında müşterilerini çatık kaşla karşılayan tezgahtarlar bulunmasına karşın, özel mağazalarda, karşılamanın güler yüzle kapıdan başlatıldığını kendisine özgü üslubuyla anlatışı, herhalde, pek çoğumuzun belleğindedir. Kuşkusuz, o bunları söylerken, sözünü ettiği özel mağazalara değil girebilmek, bunların vitrinlerini seyretme cesaretini bulabilmek için bile insanın cebinde bir hayli para olması gerektiğini ve buna karşılık, bir zamanlar Sümerbank mağazalarına elini kolunu sallayarak girebilen geniş yığınların bu olanaktan yoksun olduklarını düşünmüyordu.

Kuşkuşuz, özelleştirmeye karşı hiçbir şey söylenmedi denemez. 12 Eylül sonrasının koyu baskı döneminde bile, bu konuda bazı gerçeklerin dile getirildiği oldu. Ancak, bu yönde söylenenlerin ve yazılanların geniş kitleye ulaşması sınırlı kaldı. Özelleştirme girişimlerine karşı en çok dile getirilen gerekçeler ve kanıtlamalar, genellikle kamu kesiminde örgütlü sendikalardan kaynaklanmıştır. Ancak, bu konuda en çok duyulan, daha doğrusu, duyulmasına olanak tanınan görüşler "ouvrierist" olarak nitelendirilebilecek dar bir çıkar gözlüğünden bakışın ürünleri olarak belirmiş veya öyle gösterilmişlerdir.

Özelleştirme karşıtı görüşler, genellikle, özelleştirmenin "sendikasızlaşma" ve "işsizlik" doğuracağı savına dayandırılmışlardır. Ancak bu tür savların etkileri, esas olarak kamu işletmelerinde örgütlü dar bir işçi kesimi ile sınırlı kalmıştır. Buna karşılık, geniş bir kesim bu tür savlara dayalı özelleştirme karşıtı kampanyalardan pek etkilenmemiştir. Tam tersine, bu tür gerekçelerden ötürü, özelleştirmeye bakışları özelleştirmeye taraftar olma yönünde etkilenenler bile olmuştur. Bu sonucu, 1980 sonrası dönemde, özelleştirme yanlısı kampanyaları, sendika karşıtı kampanyalarla ve kamu kesimindeki istihdamın toplumun sırtında bir yük teşkil ettiği yolundaki kampanyalarla eşlendirmek suretiyle sağlamışlardır.

Sendika karşıtı kampanyalar, çoğu kez, sendikalardaki "sendika ağalığı" olarak tanımlanan oluşumları tahrik etmiş olan güçlerin başka saflardaki uzantıları tarafından, sendikacılığı topyekun mahkum etme yönünde sürdürülmüştür. Kamu kesimindeki istihdama yönelik eleştiriler ise buralara hatır gönül ilişkisi sonucu ve "politik" nedenlerle işçi alındığı yolundaki iddialar üzerine kurulmuştur. Ne gariptir ki bu konudaki eleştiriler, genellikle, kamu kesimindeki istihdam üzerinde en belirleyici konumda bulunan siyasal iktidar sahiplerinden kaynaklanmıştır. Oysa, özelleştirme karşısında ileri sürülebilecek görüşler bunlardan ibaret olmadığı gibi, özelleştirme yanlılarının yürüttükleri kampanyanın herhangi bir geçerli dayanağının bulunduğunu söylemek de mümkün görünmemektedir.

Burada, önce, özelleştirme lehinde ileri sürülen görüşleri tek tek ele alıp tartışacağız. Ardından, özelleştirmenin neler getireceği konusunda yoğunlaşacağız. Daha sonra da özelleştirmenin gerçek amacının ne olduğunu araştıracağız.[1]

ÖZELLEŞTİRME LEHİNE İLERİ SÜRÜLEN GÖRÜŞLER

1. "Özelleştirme, devletten alıp halka vermektir"

Özelleştirme yanlılarının en çok dile getirdikleri slogan bu olmuştur: "Devletten alıp halka vereceğiz" demektedirler. Hangi reklam uzmanlarının telkiniyledir, bilinmez, Tansu Çiller, aynı görüşü ifade etmek üzere, bu ifadeye bir başkasını daha eklemiş; propaganda konuşmalarında "daha az devlet, daha çok halk" sloganını öne çıkarmıştı.

Burada anlatılmak istenenin yanlışlığı iki noktada düğümlenmektedir. Birincisi, gerçekte, devletten alınıp halka verilmemektedir; ikincisi ise devlet ve halk, zorunlu olarak birbirlerine karşıt kavramlar değillerdir.

Devletten alınıp halka verilmediği, bugüne kadar ki somut uygulamalar çerçevesinde açıkça görüldü. Çünkü kamu işletmeleri verilmemekte; satılmaktadır. Bunları alanlar da, elbette ki, çoğu kapalı kapılar arkasında cereyan eden manevralar sayesinde, bu konuda avantajlı koşullarda bir alışverişi gerçekleştirebilecek ölçüde, para ve iktidara kimler sahipse onlar, yani, yerli ve özellikle de yabancı tekeller olmaktadır. Bu yüzdendir ki çimento fabrikaları Fransızların; hava ulaşımının yer hizmetleri İsveçlilerin olmuştur ve İngilizler de telekomünikasyonun peşindedirler...

Devletin, halkın almaşığı ve karşıtı bir unsur ve kavram olarak görülmesi veya gösterilmesi ise yalnızca, günümüzün özelleştirme yanlıları ile sınırlı bir tutum değildir. İşçi sınıfının doğuş dönemlerinde, makinelerin, önüne geçilmez bir baskı ve sömürü aracı olduğu düşüncesine kapılanların ortaya koydukları "makine kırıcılığı" türündeki tepkiye benzer bir biçimde, devlet aygıtının niteliği ve bu niteliğin değişmezliği konusunda karamsarlığa düşen anarşistler de devleti yıkıp ortadan kaldırmayı acil ve temel bir amaç olarak belirlemişlerdi. Marksizm, devletin silinmesini ancak, gelecekte gerekli koşulların ve dönüşümlerin gerçekleşmesinden sonra mümkün olabilecek bir durum olarak gördüğü için anarşizmden ayrılır. Bu nedenledir ki özelleştirmeyi politikalarının ana unsuru olarak benimsemiş bulunan neo-liberal akımların fikir babası sayılan Milton Friedman'ın, iktisadi doktrinler yelpazesi üzerinde, sosyalizmin karşısında ve fakat liberal-anarşist kategorisine dahil bir yere konulmasında kayda değer bir isabet bulunmaktadır.

Neo-liberal formüller, devletin halk için ve halkın hizmetinde olması olasılığının bulunmadığı varsayımına dayanmakta; ve devlet işletmelerinin halkın hizmetinde daha yararlı hale getirilmelerinin imkânsızlığı yolundaki propagandalardan güç almaktadırlar.

Öte yandan, devletin küçülmesi halinde boşalan alanın halk tarafından doldurulacağı beklentisi de dayanaksız ve boş bir iddianın ürünüdür. Gerçekte, devletin boşalttığı alanın uluslararası sermaye ve hatta bazı durumlarda düpedüz mafya tarafından doldurulduğu, çok değişik uygulamalar çerçevesinde tartışmasız bir biçimde ortaya çıkmıştır.

Açıkça görülmüştür ki gerçekte, devletten alınıp halka verilmemekte; halkın dişinden tırnağından eksilttikleriyle oluşmuş bulunan kamu işletmeleri uluslararası sermayeye devredilmektedir.

Ayrıca görülmüştür ki neo-liberal modeller gereği devletin asıl küçültülen yanları, devleti sevimsizleştiren baskıcı ve sömürüye araç oluşturan yanları değildir. Mezarlıklara kadar her şeyin özel sektöre devredildiği Şili'de, devletin hapishaneleri küçülmemiş; tam tersine, stadyumlardan bile hapishane olarak yararlanılmıştır. Buna karşılık, özelleştirmenin olduğu her yerde, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanları başta olmak üzere, devletin halkın yararına yönelik üretim ve hizmetlerinin çöktüğü veya en azından daraldığı veya pahalılaştığı görülmektedir.

2. "Özelleştirme demokratikleşme getirir"

Özelleştirmeye haklılık kazandırma amacına yönelik propagandaların bir diğer gerekçesi de özelleştirmenin demokratikleşme için gerekli olduğu savı üzerine kuruludur. Bu sav da, devlet ile demokrasi arasında icadedilmiş bulunan yapay çelişkiye dayandırılmaktadır.

Böyle bir varsayımdan hareket edilince, devleti küçültmek veya ortadan kaldırmak gereği, büsbütün kaçınılmaz görülebilir. Bir zamanlar, anarşist akım da çalışan kitlelere devletin hemen tahribedilmesi gereken bir baş belası olduğunu telkin etmişti. Bu telkinlere kanan yığınların, devleti demokratikleştirme ve sosyalleştirme mücalelesinden geri çekilmeleri, siyasal egemenliğini perçinleyerek sömürüsüne araç olabilecek bir devlet çarkı oluşturma yolunda ilerleyen büyük sermayenin en önemli ayak bağından kurtulmasına katkı sağlamaktan başka bir sonuç vermemişti.

Bununla birlikte, çalışanlar, siyasal erginliğe eriştikçe ve kendilerine güvenleri arttıkça, ekonomik ve toplumsal yaşamı etkileyebileceklerini ve bunu sağlamanın yolunun da her alanda demokratik örgütlenmeden geçtiğini bilirler. Devlet, en geniş ve en etkin toplumsal örgütlenme biçiminden başka bir şey değildir. Bu nedenledir ki çalışanlar, devlet olgusuna sırt çeviremezler ve devletin küçültülmesi safsatasının oyuncağı olamazlar.

Çalışanlar açısından yapılması gereken, devletin küçültülmesi değil, ekonomik açıdan etkinleştirilmesi ve rasyonelleştirilmesi, siyasal açıdan demokratikleştirilmesi ve sosyalleştirilmesidir.

Devletin küçültülmesi yolundaki kampanyaların sonucunda, devlet denilince akla gelen, Stalinist devlet veya içinde yeraldığı tarihsel koşullardan soyutlanarak sunulan tek parti döneminin devleti olmaktadır.

Oysa, devlet pek ala demokratik de olabilir. Üstelik, demokratik kurumların oluşması ve yaşatılması ancak devletin varlığı ve katkısıyla sağlanabilir. Örneğin, özerk ve demokratik üniversiteyi yaşatmak; toplumda sermayenin tasallutundan uzak bilimsel özgürlük adacıkları oluşturmak, ancak demokratik devletin sorumluluğu altında sağlanabilir. Bunun gibi, sosyal adaleti sağlamaya yönelik kurumları geliştirmek ve böylece kitlelere ekonomik özgürlük kazandırarak siyasal katılım için gerekli konuma erişmelerini mümkün kılacak dönüşümleri gerçekleştirmek de ancak sosyal devletin varlığı ölçüsünde mümkün olabilir.

Buna karşılık, özel tekellerin kâr maksimizasyonuna dayanan öncelikleri ile demokrasi arasındaki çelişkinin aşılması mümkün değildir. Gerçekte, asıl çelişki, kamu kesimi ile özel tekeller arasında, dolayısıyla, demokrasi ile tekelci kapitalizm arasındadır. Demokrasiyi çarpıtan, özünden koparan ve zaman zaman görülen demokrasi dışı darbelere kaynaklık eden asıl unsur, belli odaklarda tekelleşmiş olan özel sermayedir.

Bu nedenledir ki neo-iberal modeller, uygulandıkları her ülkede demokrasinin gerilemesi veya tümüyle ortadan kaldırılması sonucunu da birlikte getirmişlerdir. Özal da "12 Eylül olmasaydı iktidara gelemezdik"[2]demekle, temsil ettiği model ile demokrasi arasındaki çelişkiyi açıkça ortaya koymuştur.Başta Milton Friedman olmak üzere, neo-liberalizmin önde gelen savunucuları, siyasal özgürlüklerin ekonomik büyüme için bir ayak bağı olduğu, buna karşılık, "diktatörlüklerin ekonomide büyük patlamaları hayata geçirebildiği" görüşünde ısrarlıdırlar.[3] Öyle anlaşılıyor ki demokrasisiz ekonomik büyümenin ne anlama geldiği konusunda Hitler ve Stalin'in verdiği dersler bazı insanlar için yeterli olmamıştır.

Özelleştirmenin demokratikleşme getireceği yolundaki kampanyaların bir diğer yönü de, ekonomide özel mülkiyetin ve serbest rekabetin egemen kılınması halinde, ekonomik kararların tüketicilerin "özgür" tercihlerine dayalı olarak verileceği, dolayısıyla siyasal demokrasiye temel olacak bir ekonomik demokrasinin kurulacağı varsayımına dayanmaktadır.

Oysa, bu anlamda bir serbest rekabet piyasası gerçek hayatta değil, yalnızca bazı ders kitaplarında mevcuttur ve piyasada kararlar, insanların "özgür" bir biçimde tezahür eden istençlerinin çok uzağında, parasal güce sahip olanların yönlendirmesine göre belirlenir. Örneğin, bir toplumda çoğunluğun süt gereksinimi olmasına karşın, süt gereksinimi olanlar satınalma gücünden yoksunlarsa, yeterli süt üretimi olmaz. Buna karşılık, gerekli satınalma gücüne sahip olan bira tüketicileri azınlıkta da olsalar, bunlardan kaynaklanan talebi karşılamak üzere bira fabrikası kurulabilir. Bu şekilde alınan yatırım kararlarının, çoğunluğun demokratik tercihlerinin ürünü olduğunu, dolayısıyla bu yolla ekonomik demokrasinin sağlandığını söylemek, elbette ki yanlıştır.

3. “Özelleştirme girişim ruhunu tahrik eder"

Öte yandan, özelleştirmenin bireysel girişim ruhunu ve sorumluluk duygusunu tahrik eden bir ortam oluşturduğu yolunda ileri sürülen iddianın da geçerli bir dayanağı yoktur. Burada da özel çıkar ile bireysel girişim ruhu biribirlerine karıştırılmaktadır. Oysa, bireysel girişim ruhu ve sorumluluk bilinci, toplumsal çıkara öncelik tanıyan bir ortamda da gelişebilir. Hatta denilebilir ki özveri ve dayanışmabilincinin ayrılmaz parçası olan bireysel girişim ruhu, toplumsal çıkara öncelik taşıyan bir düzende, çalışanları basit birer üretim unsuru haline döştüren bireysel kâr esasına dayalı bir toplumdan çok daha fazla gereklidir. (Bir bakıma, Sovyetler de aynı yanlışlığın bir başka yönden kurbanı olmuşlardır. Özel çıkarı ortadan kaldırırken veya onun yerine,bireysel girişim ruhunu öldürmüşlerdir. Sonuçta, Sovyet toplumu, herşeyi tepedeki bir yerden bekleyen bireylerden oluşan bir yapıda oluşmuş ve bu yapının çöküşü çok kolay olmuştur.)

Bütün bu düşüncelerin temelinde, insanların ancak bireysel çıkar ve maddi yarar için çalışacakları ve hareket geçecekleri yolunda çok tartışmalı bir varsayım yatmaktadır. Oysa, insanlık tarihinin her sayfası, insanların çok daha başka saiklerle de hareket edebileceklerine dair sayısız örneklerle doludur. Ayrıca unutulmaması gerekir ki her şey gibi, toplumsal koşullar da ve toplumsal koşullarla bağlantılı bir yapılanma gösteren insan doğası da değişmez değildir.

4. “Özelleştirme servetin geniş kitlelere dağılımını sağlar"

Özelleştirmeyi geniş kitleler açısından cazip kılmada yararlanılan propagandaların belki de en etkilisi, özelleştirilen işletmelerin hisse senetlerinin yaygın bir dağılımını sağlamak suretiyle herkesin mülkiyet ve servet sahibi olmasının sağlanacağı iddiasıdır. Bunun sağlanması, ekonomik hayatta var olan tekelleşme doğrultusundaki gidişin tersine çevrilmesi veya tekelleşmenin yok sayılması demektir.

Oysa, tekelleşme, kökleri derinlerde olan tarihsel bir olgudur. Ekonomik hayatta tekelleşmenin etkilerini yok saymak, fizik dünyasında yerçekimini yok saymak gibi gerçek dışıdır. Serbest rekabet kuralları çerçevesinde, kamusal işletmelerin pay senetlerinin - bir yolu bulunup çalışanlara dağıtılmış olsalar bile- sonuçta dönüp dolaşıp parası olanların elinde toplanmasını önleyebilecek bir mekanizma bulunabilmiş değildir. Bulunan her çözüm, bir cismi yerçekimi alanı içinde biraz daha yüksek bir noktaya çıkararak düşmesini önlemeye çalışmaya benzemektedir.

Özelleştirme uygulamalarında başı çekmiş bir ülke olan İngiltere'de çalışanların özelleştirilen işletmelerdeki payının, çoğu kez iddia edildiği kadar yüksek olmadığı bilinmektedir. Bu konuda üzerinde çok durulmuş örneklerden biri olan British Telecom'un özelleştirilmesinden sonra paylarının yalnızca % 4'ü halka açılabilmiştir; buna karşılık, payların % 70'i büyük korporasyonların ve finans kuruluşlarının elinde bulunmaktadır.[4]

İngiltere'de özelleştirilen işletmelere ait pay senetlerinin geniş halk kitlelerine dağılımı, başlangıçta sınırlı ölçüde de olsa sağlanmıştır. Ancak çok kısa bir sürede pay senetlerinin önemli bir bölümünün tekellerde toplandığı görülmüştür. "Örneğin, British Airways'in 1,1 milyon olan pay senedi sahibi sayısı 3 ayda 65o bine düşmüştür. British Gas'ın 4,5 milyon olan pay ssenedi sahibi sayısı 4 ayda 3 milyona inmiştir. Yine British Telecom'un pay senedi sahibi sayısı da iki yılda 2,3 milyondan 1,6 milyona düşmüştür. Jaguar'ın pay senedi sahibi sayısı 6 ayda 120 binden 50 bine, Cable Wireless'in 1 yılda 157 binden 26 bine düşmüştür. Payının %63'ü, 143 pay senedi sahibinin elinde olan British Aerospace'in pay senedi sahibi sayısı, 1981 Şubat'ında 150 binden Aralık'a kadar 26 bine düşmüştür. Amersham Int.'in pay sahibi sayısı ise 1982'de ilk satıldığında 65 bin iken, 1982'de 8.600'e düşmüştür."[5] Zaman zaman, özellikle Hak-İş'e bağlı sendikaların örgütlü oldukları SEK veya Et ve Balık Kurumu örneklerinde görüldüğü üzere, özelleştirilen işletmelerin hisse senetlerine sahip olma heveslerinin kabardığı gözlemlenmektedir. Et ve Balık Kurumu örneğinde, 1994 yılı başlarında, söz konusu kurumun çoğunluğu Hak-İş yöneticilerinden oluşacak bir grubun kuracağı bir şirkete devri gündeme gelmişti. İşlem gerçekleşmemiş olmakla birlikte, bu konudaki gelişmeler, Hak-İş'in özelleştirmeye karşı tavrının kamuoyu gözünde etkisizleştirilmesinde ve bu konuda sendikalar arasında Demokrasi Platformu bünyesinde oluşmuş bulunan ittifakın yara almasında belli ölçüde etkili olmuştur.

Ülkemizde, özelleştirme lehinde bir eğilim yaratmak amacıyla, İngiltere'de olduğu gibi özelleştirilen işletmelerin bir kısım hisse senetlerini yapay olarak ucuz tutarak çalışanlara devri yoluna gidilmesi halinde, bunların çok daha büyük bir hızla parası olanların eline geçmeleri çok doğal bir sonuç olarak beklenmelidir. Çünkü, çalışanların gelir düzeyinin düşüklüğü, acil para gereksinimine düşmeleri halinde, derhal hisse senetlerinin satışını gündeme getirecektir. Bu konuda olacakları kestirmek bakımından, bir zamanlar memur ve işçilere, maaşlarının bir bölümünün karşılığı olarak dağıtılmış bulunan "tasarruf bonoları”nın başına gelenler anımsanmalıdır. Ayın sonunu güçlükle getiren işçiler ve memurlar, kendilerine maaş ve ücretlerinin bir bölümü yerine dağıtılmış olan tasarruf bonolarını, vadesi gelmeden satmak zorunda kaldıklarından, bunları ucuza kapatma imkânına sahip olanlara bu yolla büyük avantajlar sağlanmıştır.

5. "Özelleştirme, bütçeyi ve toplumu kamburdan kurtaracatır"

Özelleştirme yönündeki propagandaların, tutarsızlığı en açık görüleni budur. İddiaya göre KİT'ler zarar ettikleri için birer kamburdan başka bir şey değildir.

Her şeyden önce, devletin başındakiler, devlet işletmelerine karşı iseler KİT'lerin zarar etmeleri için fazlaca bir neden aramaya gerek yoktur. Üstelik, yapılan araştırmaların hiç birisi, devlet işletmelerinin daha az verimli olduğu sonucunu vermemiştir.

KİT'lerin zararlarının nedenlerinin anlaşılması bakımından bizzat Tansu Çiller'in, geçmişte yapmış olduğu bazı açıklamaların anımsanması yeterli olabilir. Daha sonraları KİT'leri zarar ettikleri için kapatmanın veya satmanın şampiyonluğunu yapan Çiller, 28 Nisan 1991'de "Yıllardır yatırım yapılmayan KİT'leri zarar ediyor diye kapatmak istemek devlet terörüdür"[6] demektedir. Çiller, ayrıca, şunları söylemiştir: "KİT'lerin açığı 37 trilyon liraya ulaştı. 18 Ay önce kâr eden KİT'ler nasıl bu açıkla karşı karşıya kaldılar. Siz bu KİT'leri ticari bankalara bu faizlerle borçlandırarak devleti 100 trilyon liralık zarar soktunuz. Sizi hesaba çağırıyorum sayın [Güneş] Taner."[7]

Kaldı ki devlet yatırımlarının yararı ve gereği, dar işletmecilik anlayışı içindeki kâr- zarar hesaplarıyla ölçülemez. Bazı yatırımların ve işletmelerin, topyekun ülke çıkarları ve genel toplumsal yarar açısından sağladıkları katkılar dolayısıyla, zarar etmeleri pahasına da olsa yaşatılmaları gerekebilir. Bu nedenle, bu tür işletmelerin kapatılmaları veya satılmaları değil, ülkenin başka kaynaklarından veya toplumun başka bazı kesimlerinden sağlanacak gelir transferleriyle zararlarının kapatılması savunulabilir.

Kaldı ki zarar eden değil, kâr eden işletmeler satılmakta; zarar edenler kalmaktadır. Örneğin, PTT'nin tek kâr eden birimi telekomünikasyondur; buna karşılık, satılmak istenen PTT'nin "T"sidir, yani telekomünikasyondur.

Özelleştirmenin bütçeyi ve toplumu bir kamburdan kurtaracağı yolundaki görüşler, ülkemizde kamu kesiminin anormal, gereksiz ve atıl bir büyüklük kazandığı yolundaki savlarla beslenmektedir. Bu tür savlar, her türlü nesnel temelden yoksun boş propaganda malzemelerinden ibarettir. Başlıca sanayileşmiş ülkelerle yapılacak karşılaştırmalar, bu gerçeği açık bir biçimde kanıtlamaktadır. Nitekim, OECD ülkelerinde toplam hükümet harcamalarının gayri safi yurt içi hasılaya oranı,1990'da ve onu izleyen yıllarda ortalama olarak yüzde 40'ın üzerindedir. Aynı oran, Hollanda'da yüzde 50'nin üzerinde; özel sektörün kalesi sayılan ABD'de bile yüzde 30'un üzerindedir.[8] Türkiye'de ise bu oranın, aynı yıllar itibariyle yüzde 20'nin biraz üzerinde seyrettiğini görmekteyiz.

Bu durum TÜSİAD'ın yakın bir tarihte yayınlanmış olan bir araştırmasıyla da doğrulanmaktadır. Bu araştırmaya göre, Türkiye'de devletin büyüklüğünü ifade etmek üzere hesaplanan oran(29,3), dünya ülkeleri toplamının ortalamasının(40,8) ve gelişmiş ülkeler ortalamasının(42,7) çok altındadır.[9]

Keza, TİSK'in "Memur Raporu"na göre, ülkemizde toplam nüfusun ancak % 3,8'i memur iken; bu oran, İsveç'te %16; genel olarak Avrupa Birliği’nde %7,6;özel sektörün kalesi ABD'de ise %6.6'dır.[10]

Bu açık gerçeklere rağmen sürdürülen kamuoyunu yanıltıcı doğrultudaki çabaların sonucunda, hayali ihracat vurgunu, vergi kaçakçılığı, bir çırpıda bir fabrika dolusu işçinin bir aylık gelir toplamını kazandıran faiz, rant gelirleri ve sair spekülatif kazançlar unutulmakta; kamu kesiminde çalışanlara ödenen maaş ve ücretler, neredeyse, ekonomide mevcut tek sömürü unsuru gibi görülmektedir.

6. "Özelleştirme kamu kesimindeki işçi fazlalığını önler"

Kamu kesiminde işçi ve genel olarak personel fazlalılığı olduğuna dair çok yaygın ve yoğun bir kanaat uyandırılmıştır. Ancak, bu kanaatın hangi araştırmaya ve ne tür verilere dayandığına dair bilinen bir şey yoktur. Üstelik, mevcut veriler, Türkiye’de kamu kesimimin ağırlığının Batı ülkelerinin çok altında olduğunu göstermektedir ve bunları yukarıda zikretmiş bulunuyoruz.

Bu konuda, kamuoyunu yanıltıcı çabaların sonucunda, hayali ihracat vurgunu, vergi kaçakçılığı, bir çırpıda bir fabrika dolusu işçinin bir aylık gelir toplamını kazandıran faiz, rant gelirleri ve sair spekülatif kazançlar unutulmakta; kamu kesiminde çalışanlara ödenen ücretler, neredeyse, ekonomide mevcut tek sömürü unsuru gibi görülmektedir.

Kamu kesiminde varlığı iddia edilen işçi fazlalığına özelleştirme yoluyla bulunacak çözüm, çalışanların bir bölümünü sokağa atmaktan ibarettir. Nitekim, özelleştirme projelerini gerçekleştirmiş olan Latin Amerika ülkelerinde ve bizde bu yönde atılmış olan adımların sonucunda görülen de budur.

Kamu kesiminde işgücü fazlalığı var demek; "pantalonun paçası kısa demek" yerine "bacak uzun" demeye benzemektedir. Anormalliği bacağın uzunluğunda görenler, çözümü bacağın kesilmesinde bulabilirler. İşçiyi sokağa atmak, buna benzer bir çözümdür.

Oysa, kamu kesiminde işgücü fazlalığı var diyebilmek için, işgücü fazlalığının olduğu ileri sürülen birimin yapması gereken tüm yatırımların yapılmış, tüm hizmetlerin tamamlanmış olması gerekir. Örneğin, TEK'te, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünde işçi fazlalığı olduğunu söyleyebilmek için, ülkede elektrik ve yol gitmemiş köşe kalmamış olması gerekir.

Tüm alanlarda yapılması gereken bunca hizmet ve yatırım varken, bunlardan sorumlu olan kamu birimlerinde işgücünün atıl durumda bekletilmesi, kamu kesiminde kaynak tahsisindeki yanlışlığın bir sonucudur. Kamunun elindeki sınırlı olanaklar, yol ve elektrik yapımı yerine dar bir kesimin yararlandığı misafirhaneler gibi lüks harcamalara tahsis edilince, sonucun böyle olması doğaldır.

Kamu kesimindeki mali olanakların sınırlılığı, bir yönüyle, gelirin ulusal düzeyde dağılımındaki bozukluğun sonucudur. Bir yanda, bir düğünü 20 milyara üç ayrı kentte yapanlar; diğer yanda, bu paranın çok azına satın alınabilecek tıbbi cihazlardan yoksun devlet hastaneleri... Bu durumda yapılması gereken, kamu kesimindeki işçiyi işe yaramıyor diye sokağa atmak veya kamu işletmelerini yok pahasına satmak yerine, buralarda yeni yatırımlar ve yeni çalışma alanları doğurmaya imkân verecek kaynak transferini sağlamaktır. Bunun yolu ise, bugüne kadar sözü edilen ve fakat yalnızca kötü taklitleri gündeme getirilen sosyal adaletçi ciddi bir vergi reformunu gerçekleştirmektir.

Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde kamu kesiminin kaynak sıkıntısı çekmesinin asıl ve daha önemli nedeni, sermayenin uluslararası düzeyde dağılımının adil olmayışıdır. Aslında, IMF, Dünya Bankası gibi merkezlerin kuruluşundan başlangıçta beklenen, yeryüzünde belli ellerde toplanmış olan sermayenin kaynak sıkıntısı çeken ülkelere transferine katkı sağlamalarıydı. Ne var ki bugün için yaptıkları, bu beklenenin tamamen tersi doğrultuda bir müdahale oluşturmaktadır. Böylece 1982-1990 yılları arasında sekiz yılda, yoksullardan zenginlere doğru, yalnızca borç servisleri yoluyla, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Amerika'nın Avrupa'ya yaptığı Marshall yardımlarının sekiz katı tutarında bir gelir transfer edilmiştir. "Yoksul borçlu ülkelerdeki ortalama yurttaş, alacaklı bir OECD ülkesindeki ortalama yurttaştan 55 defa daha yoksul olduğundan [IMF gibi uluslararası kuruluşlar aracılığıyla sağlanan bu süreç] taştan kan çıkarmaya benzemektedir".[11]

Sonuç olarak denilebilir ki ulusal ve uluslararası gelir dağılımındaki bozukluğu giderek daha fazla artırmak doğrultusundaki mevcut süreci dokunulmaz bir veri olarak kabul eden iktidarlar için, kamu kesiminde çalışanları işsizliğe mahkum etmekten başka yapacak şey bulunmamaktadır.

7. "Özelleştirme yolsuzlukları önlemenin yoludur"

Son zamanlarda, kamu kesiminde ve özellikle bazı belediyelerde patlak veren yolsuzluk iddiaları, özelleştirme yanlılarına yeni ve ek bir gerekçe daha kazandırmıştır. Ancak, bu gerekçe de diğerleri gibi temelsizdir.

Her şeyden önce, sormamız gerekir. Bilinen ve ciddiyet taşıyan yolsuzluk türleri en çok hangi kesimde görülmektedir? Değişik mafya marifetleri, hayali ihracatlar, vergi ve sigorta primi kaçakçılığı, işçilerin yasal sosyal haklarının tanımaması... bunlar en çok hangi kesimde görülür? Elbette ki özel kesimde.

Özelleştirme yanlıları, kamu kesiminde sorumluluk taşıyan politikacıların ve bürokratların kendilerine ait olmayan kamusal mal varlıklarını har vurup harman savurmalarının önlenemez olduğunu ileri sürmektedirler. Buna karşılık, özelleştirilen işletmelerin satışının da gene bazı politikacılar ve bürokratlar eliyle yapılması onları hiç rahatsız etmemektedir. Oysa, bugün kötü işletilen işletmelerin yarın iyi işletilmeleri mümkündür. Buna karşılık, özelleştirme yoluyla yağmalanan kamu işletmelerinin yarın geri getirilmeleri çok zor belki de imkânsız olacaktır. Kamu işletmelerini satarak yolsuzluğa çare aramak, ineğinizin sütünü teslim etmek istemediğiniz kişiye, aynı ineğin satışını teslim etmekten farksızdır.

Öte yandan, kamu kesiminde görülen yolsuzlukların, bu kesimin özel kesim ile dirsek temasında bulunduğu noktalarda ortaya çıktığı gözden uzak tutulmamalıdır. Daha somut bir anlatımla, kamu kesimindeki yolsuzlukların tamamına yakını, ihale yolsuzluklarıdır. Dolayısıyla yapılması gereken kamu kesimini kaldırmak veya sınırlamak değil; ihale yöntemine son vermek veya en azından çok zorunlu olmadıkça bu yönteme başvurmamaktır.

Oysa, son zamanlarda tutulan yol, bunun tam tersi olmuş; devletin personeli, işçisi, makine parkı atıl tutulurken, emanet usulü terkedilmiş, olur olmaz yerde müteahhit veya taşeron ilişkisine girilmiştir.

Sigarayı bırakmak isteyen tiryakiler, sigara paketlerinin ellerinin ulaşamayacağı bir yerde olmasını isterler. Kamu kesimindeki yolsuzlukların çaresini, kamu işletmelerini özel sektöre devretmekte gören bazı yetkililerin durumu, biraz da bunu anımsatmaktadır.

8. "Özelleştirme biriken borçların ödenmesi için kaynak sağlar"

Mevcut ekonomik bunalım, özellikle gelişmekte olan ülkeleri ağır bir iç ve dış borç yükü altına sokmuştur. Bu arada, ülkemiz de, gerek borçlarının mutlak ve oransal değeri, gerekse borç miktarlarındaki artış hızı bakımından dünya ortalamasının üstüne çıkan bir duruma düşmüş bulunmaktadır. Bu durumda, kamu işletmelerini satarak mevcut ekonomik bunalımdan kurtulmayı umma yönünde eğilimler yaygınlaşmıştır.

Oysa, özelleştirme, mevcut ekonomik bunalımın çaresi olamaz. Özelleştirme, mevcut ekonomik bunalımın sonucudur. Tıpkı, parasızlığının çaresini malını mülkünü satarak bulacağını sanan mirasyediler gibi, borçlu ülkeler de biriken borçlarını ödeyebilmek umuduyla kamu işletmelerini satmaktadırlar. Bu bir çare değil, geçmişin hatalarının ve bugünü çerçeveleyen bunalım ortamının yolaçtığı çaresiz bir çırpınıştan ibarettir.

Bir süre önce, Journal of İnternational Business Studies (Uluslararası İş Araştırmaları Dergisi)'de yayınlanan bir araştırmanın sonuçlarına göre, özelleştirme yapan ülkelerin ortak özelliği, değişik ölçütlere göre en çok iç ve dış borcu olan ülkeler olmalarıdır.[12] Özelleştirme ile artan borç yükü arasında bir ilişki bulunduğunda kuşku yoktur. Ancak, görülen odur ki özelleştirme sonucunda borç yükü daha da büyümekte; buna karşılık, özellikle dış borç yükü, özelleştirme politikalarını dayatmada, bu politikaları dayatan uluslararası kuruluşların elinde etkin bir koz olarak işlev görmektedir.

Özelleştirme yanlıları, özelleştirmenin gerekçesini esas olarak borç yüküne bağlı olarak açıklanmaktadır. Geçmiş hükümet programlarında, "Özelleştirme(...) sağlam kaynaklara ulaşmak amacıyla yapılacaktır. Özelleştirmeden sağlanacak kaynaklarla iç borçlar azaltılarak faiz yükü düşürülecektir" denilmektedir. Bunun hemen ardından, vadesi gelmiş, yığılmış bunca borç ortada dururken satılan kamu işletmelerinden sağlanacak kaynaklar "küçük ve orta boy işletmelere, esnaf ve zanaatkâra , çiftçilere kredi imkânı sağlayacak ve onların ek istihdam yaratmalarına katkıda bulunacaktır" denilmesi ise inandırıcılıktan uzak ve orta sınıfa mensup geniş halk kesimlerinin ittifakını sağlamaya yönelik boş bir propaganda malzemesinden ibaret görünmektedir.

Özelleştirme yoluyla borçtan kurtulmaya çalışmak, altın yumurtlayan tavuğu öldürmeye benzemektedir. Kaldı ki yığılan iç ve dış borçların ulaştığı hacim karşısında, tüm devlet mallarının satılması bile fazla anlamlı bir katkı olarak görünmemektedir. Ayrıca, belirtmek gerekir ki ülkemizde bugüne kadar gerçekleştirilen özelleştirmelerin sağladığı gelirin çok az bir bölümü elde kalmış; önemli bir bölümü özelleştirme masraflarına gitmiştir. Kamu Ortaklığı İdaresinin yayınladığı rakamlara göre, 1986-1994 yılları arasında elde edilen toplam 45 trilyonu aşkın meblağın, yaklaşık 40,5 trilyonu (yani %89'u) özelleştirme giderlerine harcanmıştır.[13]

ÖZELLEŞTİRMENİN BEDELİ

Buraya kadarki bölüm, özelleştirme yandaşlarının, özelleştirmenin ne getireceği konusundaki görüşlerinin ve savlarının irdelenmesine ayrıldı. Acaba, özelleştirme nelere malolacaktır? Şimdi sıra bunların incelenmesine gelmiş bulunuyor.

1. Özelleştirme, sendikasızlaştırma ve sosyal korunmadan uzaklaştırma demektir

Çalışanların sendika hakkından ve sosyal politika önlemlerinin koruyuculuğundan yararlanmaları bakımından, kamu kesimi her zaman ve her yerde özel kesime kıyasla daha elverişli bir ortam oluşturmuştur. Bunun nedeni, devletin demokratikleşmesi ölçüsünde, sosyal adalet öncelikleri ile kamu kesiminin önceliklerinin uzlaşabilir olmasıdır. Devlet demokratikleştiği ölçüde, kamu kesiminde, çalışan halk kesimlerinin özlemlerinin yansıma bulması ve toplum çıkarına uygun bir yapılanma ve işleyişin gerçeklik kazanması mümkün olabilir. Buna karşılık, özel kesimde egemen olan kârın azamileştirilmesi kuralı ile çalışan halk kesimlerinin çıkarları arasındaki çelişki, kapitalist ekonomilerde demokrasi ve sosyal devlet üzerine kurulu oydaşmanın (konsensusun) er veya geç çökmesini zorunlu kılan bir nedendir.

Bu nedenledir ki yalnızca ülkemizde değil, tüm dünyada güçlü ve büyük sendikalar kamu kesiminde kurulmuştur. Aşağıdaki tabloda, OECD ülkelerinde sendikalaşma oranı bakımından kamu kesiminin belirgin bir üstünlük taşıdığı, çok açık bir biçimde görülmektedir.


OECD Ülkelerinde Sendikalaşma Oranları (%)[14]

Ülke Özel Sektör Kamu Sektörü

İsveç 81 81

Fİnlandiya 65 86

Norveç 41 75

Yeni Zelanda 51 94

Lüksemburg 43 74

Avusturalya 32 68

Avusturya 41 57

İngiltere 28 55

İtalya 32 54

Almanya 30 45

İsviçre 22 71

Japonya 23 56

Hollanda 20 51

A.B.D. 13 37

Fransa 8 26

(Toplam faal nüfus temel alınarak hesaplanmıştır)

-------------------------------------------------

Keza, ülkemizde de Çalışma Bakanlığı verilerine göre kamu kesiminde çalışan sigortalı işçilerin tamamına yakını sendikalı göründükleri halde, özel kesimde çalışan sigortalı işçilerin yarısından fazlası sendikasızdır. Toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin oranı bakımından da kamu kesiminin daha elverişli koşullar taşıdığı sonucu ortaya çıkmaktadır.

Kamu kesimi, yalnızca sendikal hakların kullanımı bakımından değil, genel olarak sosyal politika önlemleri ve iş hukuku uygulamaları bakımından da daima örnek ve öncü bir rol oynamıştır. Kamu kesiminin bu rolünü, ülkemizde, kıdem tazminatı, yıllık ücretli izin, sosyal sigortalar gibi değişik kurumların doğuş ve evrim süreçleri çerçevesinde açıkça gözlemlemek mümkündür. Kamu kesimin bu konudaki öncülüğü açısından evrensel düzeyde çok bilinen bir örnek, işgününün sekiz saatle sınırlanması kuralının doğuşudur. Amerika'da bu konudaki uygulamalar önce kamu kesiminde başlamış ve bu uygulamaları özel kesime de yaymak isteyen işçilerin mücadeleleri, ünlü 1 Mayıs'ın başlangıcını oluşturmuştur.

Kamu kesimi, bu özellikleri dolayısıyladır ki sendikal haklara ve sosyal devlet kurumlarına saldırıyı politikalarının temel bir unsuru olarak benimsemiş olan günümüzdeki tüm neo-liberal iktidarların değişmez boy hedefi olmaktadır. Bunun sonucundadır ki neo-liberal modellerin hayata geçirildiği tüm ülkelerde olduğu üzere özelleştirme uygulamalarının en başta gelen sonucu, sendikasızlaştırma olmaktadır. Neo-liberal modellerin bir diğer ayrılmaz parçası olan işsizlik, bu sonucun sağlanmasında ayrı ve önemli bir araç olarak kullanılabilmektedir. Böylece, işsizlik veya sendikasızlık tercihi ile karşıkarşıya bırakılan işçilerin sindirilmesi, 19. yüzyıldan bu yana görülmemiş ölçülerde kolaylaşmaktadır.

Sendikalaşma oranı, neo-liberal saldırıların sonucunda tüm sanayileşmiş ülkelerde, özellikle, İngiltere'de Thatcher ve Amerika'da Reagan ile birlikte, önemli ölçüde düşmüştür. Keza Fransa'da sendikalaşma oranı, uzunca bir süre % 20'nin üzerinde seyretmiş iken son yıllarda %10'nun altına düşmüştür.

Ülkemizde sendika oranındaki düşüşün belirlenmesinde, özelleştirme ve bunun özel bir türü olan taşeronlaştırma uygulamaları ile sağlanan koşulların katkılarının ötesinde başka bazı gelişmeler de rol oynamıştır. Bu çerçevede, 12 Eylül sonrasının baskıcı uygulamalarının payı büyük olmuştur. Sendikaların onayını da almak suretiyle, geçici işçiler başta olmak üzere, işçilerin giderek artan bir bölümünün toplu sözleşmelerde "kapsam dışı" bırakılmaları ve bir kısım işçilerin işten çıkarılma tehdidiyle "sözleşmeli personel" statüsüne zorlanmaları, sendikasızlaştırma politikalarının uygulamasında yararlanılan başlıca yöntemlerdir.

Özelleştirme, sendikasızlaştırmanın bir aracı olarak işlev görmekle birlikte; özelleştirilecek kamu işletmelerinin işçilerinin sendikasızlaştırılmaları da muhtemel alıcıları açısından adeta "dikensiz gül bahçesi" haline dönüşmelerine katkı sağlamıştır. Bir başka deyişle, sendikasızlaştırma için özelleştirme ve özelleştirme için sendikasızlaştırma, birbirlerini bütünleyen eğilimler olarak belirmişlerdir.

2. Özelleştirme üretimi daraltır

Üretim araçlarının mülkiyeti özel kesime geçtiği ölçüde, üretim kararlarının insan gereksinimlerine göre belirlenmesi durumu son bulur. Onun yerine, üretim kararları sermayenin kârlılık ilkelerine göre alınmaya başlanır. Özel sermayedarlar, üretim araçlarının sahibi durumunda olunca, piyasada mevcut satınalma gücüne bağlı olarak yatırım ve üretim kararlarını biçimlendirirler. Yatırım ve üretim için sermaye biriktirmiş olmak yetmez; alıcı da olması gerekir. Bir süre önce piyasaya sürdüğü yeni bir araba modelinin tanıtımını yapan, bir ünlü zenginin oğlu, bu gerçeği, "üretmek kolay, satmak zor" sözleriyle dile getirmişti. Bu zorluk nedeniyledir ki başta otomotiv sanayii olmak üzere pek çok sektörde biriken stokları eritmek ciddi bir sorun haline gelmiştir.

Yatırım ve üretim kararları, piyasa kurallarına, yani, sermaye odaklarının kârlılık hesaplarına göre alınmaya başlanınca; satınalma güçleri erozyona uğrayan kitlelerin gereksinimlerine yanıt teşkil eden, ancak, gerekli ölçüde satınalma gücünün bulunmadığı alanlarda yürütülen üretim ve hizmetler öncelikle daralır ve hatta çöküntüye uğrar.

Bu gerçeği, gözlemlerimizi sağlık sektörü üzerinde yoğunlaştırarak somutlaştırabiliriz.[15]

Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve işleyişinin piyasa kurallarına terkedilmesi, öncelikle, koruyucu sağlık hizmetlerinin daha çok ihmal edilmesi sonucunu doğurur. Çünkü bu alanda piyasada talep doğması mümkün değildir. Örneğin, koleraya yakalandıktan sonra tedavi olmak için para ödemeye hazır çok insan vardır; ama, kolera salgınını önlemek için suların temizlenmesi sorununa piyasa mekanizması çerçevesinde çözüm beklemek boşunadır. Bu tür hizmetler, ancak, "herkese ihtiyacına göre" ilkesi doğrultusunda faaliyet göstermeleri mümkün olan kamusal hizmet birimleri tarafından yerine getirilebilir.

Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinin asıl önemli sonucu, parası olmayan ağır hastalar için hastaneler, bakımevleri yapılmasına son verilmesi, yapılmış olanların kapatılması; buna karşılık, paralılara yönelik sağlık ve bakım hizmetleri sunan merkezlerin geliştirilmesidir.

Somut örnekler vermek gerekirse, tüberküloz, uyuz gibi hastalıkları tedavi için hastaneler kurulmasının veya bu gibi hastalıklara yakalanmış olanların mevcut hastanelerde tedavi imkanı bulmalarının, "serbest" rekabet koşullarında giderek güçleştiğine işaret etmek gerekir. Çünkü bu tür hastalıklar esas olarak yoksulluğun sonucudur. Yoksul oldukları için bu tür hastalıklara yakalanmış olanların, tedavi için gerekli satınalma güçleri de bulunmayacağından, bunlara yönelik sağlık hizmetlerinde talep yokluğundan kaynaklanan bir daralma baş göstermesi kaçınılmazdır.

Öte yandan, sağlık hizmetleri alanında, kayda değer bir talep oluşturabilecek ölçüde satınalma gücüne sahip olanların gereksinimlerini karşılamaya yönelik pahalı yatırımlara girişecek müteşebbisler bulmak, her zaman mümkündür. Bu nedenledir ki neo-liberal politikaların uygulandığı ülkelerde sağlık hizmetlerindeki genel çöküşün, son derece gelişkin estetik cerrahi merkezlerinin kurulmasıyla eşlenmesi adeta bir kural haline gelmiştir. İngiltere'de seçimlerde İşçi Partisi, Muhafazakarların sağlık politikasını eleştirmek için ilginç bir slogan bulmuştur: "Torilerin sağlık politikası- Daha çok estetik cerrahisi!"

Bu çelişki, bizim gibi dışa bağımlı ülkelerde daha da çarpıcı görünümler kazanmaktadır. Bir yanda, annesinin cenazesini hastaneden çıkarabilecek parayı bulamayanlar; diğer yanda, zayıflamak için Batı'nın ünlü sağlık merkezlerinden yararlananlar. Bu sonuç, kimi çevrelerce sevinçle karşılanan ve "devletin küçülmesi" denilen eğilimler çerçevesinde, sağlık hizmetlerine bütçeden ayrılan ve esasen çok düşük olan payın, 1980'den bu yana yaklaşık yarı yarıya azaltılmış olmasıyla bağlantılıdır.

3. Özelleştirme ülke bütünlüğünü tehlikeye sokar

Özelleştirmenin sonucu olarak, geniş kitlelerin gereksinimlerine yanıt teşkil eden, ancak, gerekli ölçüde satınalma gücünün bulunmadığı yörelerde yürütülen üretim ve hizmetlerin öncelikle daralması ve hatta çöküntüye uğraması, yatırım ve üretim üretim faaliyetlerinin coğrafi dağılımındaki dengesizliğin büsbütün artmasına neden olur.

Özel sermayedarlar, kâr önceliğine göre hareket ettiklerinden, satınalma gücünden yoksun yoksul yöreler yerine, zengin yörelerde yatırım yapmayı tercih ederler. Nitekim, ülkemizin doğu ve güneydoğu yörelerindeki mevcut yatırımlar, ne o bölgenin feodal ağalarının, ne de batının büyük kentlerinde kümelenmiş burjuvazinin eseridir. Bu yörelerde, yatırım adına ne varsa hemen hepsi -tüm eksikliklerine karşın- devlet tarafından gerçekleştirilmiştir. Eğer devletin ekonomik yaşama katılımı olmasaydı, bu yatırımlar da olmayacaktı.

Ekonomik kararlar, piyasada hüküm süren ve daima zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan güçlerin eline terkedildiği takdirde, bölgelerarası gelir dağılımındaki adaletsizlik büyür. Bölgelerarası gelir dağılındaki bozulma, ülkenin bölünmesi doğrultusundaki ayrılıkçı eğilimlerin belirmesine ortam hazırlar.

Ayrılıkçı eğilimler, çoğu kez, etnik bir giysiye bürünmüş olarak doğarlar. Ne var ki bölgelerarası dengesizliğin sebebi etnik farklılıklar değildir. Buna karşılık, bölgelerarası dengesizliklerin büyümesi, etnik farklılıkları etnik çatışmaların ve bölünme eğilimlerinin kaynağı haline getirebilir.[16]

Bu gerçeği, Yugoslavya'nın başına gelenlerin gözlemiyle belirleyebiliriz. Gerçekte, Yugoslavya'yı oluşturan halkların önemli bir bölümü, aynı ırksal kökenden gelen güney slavlarından oluşmaktadır. Kalabalık gruplardan, yalnızca Boşnakların etnik kökeni tartışmalıdır. Yugoslav resmi tezi, onların da Müslüman Slav oldukları yönündedir.

Yugoslavya, Türk azınlık dahil, her türlü etnik gruba en geniş kültürel hakların ve olanakların tanındığı bir ülke olmasına rağmen, çok çetin çatışmalara ve bununla bağlantılı olarak insanlık dışı "etnik temizlik" politikalarına sahne olmaktan ve paramparça olmaktan kurtulamadı. Bu durumun nedenlerini 1965'te "pazar sosyalizmine geçiş" adı altında başlatılmış bulunan, uluslararası sermayenin egemenliğindeki piyasa kurallarına teslim olma doğrultusundaki süreci nazara almadan açıklamak olanaksızdır. Bu sürecin sonucunda, Yugoslavya, "sosyalist" ülkeler arasında bölgelerarası gelir dağılımı en bozuk ülke haline gelmişti. Bu ortamda filizlenen "gemisini kurtaran kaptandır" anlayışı, Slovenya ve Hırvatistan gibi zengin cumhuriyetlerin halklarının, en kalabalık bölümü Sırplardan oluşan yoksul çoğunluğun yükünü sırtından atarak Batı Avrupa'ya yamanma yönündeki eğilimlerini kamçıladı. Bu durumda, Yugoslavya'yı bölmek isteyen güçlerin, fazlaca bir şey yapmalarına artık pek gerek kalmamıştı.

Ekonomik bunalımın kapısını çaldığı ülkelerde, bölgelerarası dengesizliğin ayrılıkçı eğilimleri tahrik eden sonuçları kendisini daha çok hissettirmektedir. Örneğin, Belçika'da büyüyen ekonomik sorunlar, Fransız asıllı Walonlar ile Flamanların birliğini ciddi bir sarsıntının eşiğine getirmiş bulunuyor.[17] ABD'de anglo-sakson asimilasyonuna yıllarca boyun eğmiş olan değişik etnik gruplar, işlerin kötüye gitmesiyle birlikte zenciler başta olmak üzere kımıldanmaya başlamışlardır.

Dahası var: Ekonomik sorunlar ve eşitsizlikler büyüdükçe, ülkenin bölünmesi doğrultusundaki akımların kabarması için bazan etnik ayrılıklara dahi gerek kalmamaktadır. Bunun örneği İtalya'da yaşanıyor. Bugün İtalya'nın kuzeyinde güneyden ayrılma doğrultusunda oldukça ciddi bir akım belirmiş bulunuyor.

Buna karşılık, İsviçre örneğinde görüldüğü üzere, ekonomi iyi gittiği sürece, etnik gruplar arasında farklılıklar ne denli derin olursa olsun, bu yüzden sorun çıktığı pek görülmemektedir. Çok değişik etnik kökenlere ve mezheplere mensup unsurlar (Alman, Fransız, İtalyan) İsviçre'nin birliğini ciddi bir sorunla karşılaşmaksızın sürdürebiliyorlar. Çünkü İsviçre, henüz, 70'lerden bu yana sürüp gelen ekonomik krizden nispeten az etkilenmiş olan ülkelerden biridir.

4. Özelleştirme ülke bağımsızlığını tehlikeye sokar

Özelleştirmenin, gerçekte, yabancılaştırma olduğu yaşanılan tecrübelerle de kanıtlanmış bulunuyor. Böyle olunca, kapitülasyonları ve Düyun-u Umumiye'yi görmüş bir ülkenin insanları olarak, ülkenin iktisadi işletmelerinin hiçbir sınır tanımaksızın yabancılara devredilmesinden doğacak sonuçların ciddiyetini en çok bizim kestirmemiz gerekir.

Bağımsız dış politika, bağımsız ekonomi üzerinde varlık kazanabilir. Bağımsız ekonominin temel taşları da kamu işletmeleridir. Sermayenin doğasına egemen olan tekelleşme kuralının ve kârlılık ilkesinin kaçınılmaz sonucu olarak, uluslararası sermayenin güdümünden kurtulması mümkün olmayan özel sermaye, ülke bağımsızlığı açısından bir güvence teşkil etmenin çok uzağındadır.

Oysa, kamu işletmeleri, dizginleri toplum çıkarına öncelik tanıyan demokratik güçlerin denetimine geçtiği ölçüde, uluslararası sermayenin yeryüzünü sarıp sarmalayan etkilerine karşı birer direnç odağı olarak işlev görebilir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında izlenebilmiş olan bağımsız dış politika, o dönemde varolan ve temeli devlet işletmelerinden oluşan bağımsız ekonomik politikadan ayrı düşünülemez. Bağımsız ekonomik politika sayesindedir ki sınırlarımızın hemen ötesinde patlak veren ve yeryüzünün gördüğü en büyük felaketlerden biri olan 2.Dünya Savaşının dışında kalabildik.

Buna karşılık, aradan bir süre geçtikten sonra yeryüzünün çok uzak bir köşesinde, Kore'de beliren çok daha küçük ölçekli bir çatışmanın girdabından kurtulmamız mümkün olamamıştır. Bu sürecin bir uzantısı olarak, sınırlarımızı "Çekiç Güç" korurken(!), kendi askerimizi Somali'ye göndermiş bulunuyoruz.

Kuşkusuz, aradan geçen zaman zarfında değişen, yalnızca ülkede egemen olan ekonomik yapı ve anlayış değildir. Dünya da değişmektedir. Dünyaya egemen olan yeni ilişkiler çerçevesinde geçmişi aynen diriltmek elbette ki mümkün değildir. Yeni sorunların ancak yeni çözümlerle çözümlenebileceğinde kuşku yoktur. Ancak, yeni çözümlere ulaşmak, eski kazanımlara sırt çevirmeyi değil, sahip çıkmayı gerektirir.

ÖYLEYSE NİÇİN?

Buraya kadarki açıklamalarımız çerçevsinde özelleştirme politikalarının, bu politikalara sahne olan ülkeler açısından doğuracağı iddia edilen yararları ve ayrıca doğurması kaçınılmaz görünen tehlikeleri tartıştık. Bütün bunlara rağmen, özelleştirme politikalarının gerçek niteliğinin ve nedenlerinin yeteri açıklıklıkla anlaşılabilmesi için, konunun, bu politikaları dayatan uluslararası güç odaklarının yer aldığı uluslararası çerçeveye taşınması zorunlu görünmektedir. Bu çerçevede üzerinde durulması gereken belirleyici unsur olarak, uluslararası sermayenin içine son yıllarda içine düştüğü ve sürüp gitmekte olan dünya ekonomik bunalımı olgusuyla karşılaşmaktayız.

Uluslararası sermaye ilk defa bunalıma düşmüş değil. Ancak, geçmişin deneyimlerinden çıkan dersler unutulmuş görünüyor.

1929-30 Bunalımı, sanayileşmiş ülkelerde gelirin yeniden ve daha adil bir biçimde dağılımını mümkün kılan sosyal refah devleti önlemlerine işlerlik kazandırılarak aşılabilmişti. Bu önlemler, savaşın yıkım içinde bıraktığı Avrupa ekonomilerine Amerika'nın sağladığı destekle bütünlenmişti. Böylece, belli ellerde yoğunlaşan sermayenin yatırıma kanalize edilmesini tahrik eden ve dolayısıyla ekonominin canlılık kazanmasını mümkün kılan bir ortam ve süreç oluşturulabilmişti.

Bugün yapılması gereken de, mevcut sosyal adaletçi kazanımları ve uygulamaları yıkmak yerine; bunlara uluslararası düzeyde geçerlilik kazandırmak değil midir? Willy Brandt'ın isabetle belirttiği gibi, "zengin ve yoksul ülkeler arasındaki mesafeyi küçültmek, fırsat eşitliğine adım adım yaklaşmak, bizatihi önem taşıyan sosyal adaleti gerçekleştirme mücadelesinden ibaret olmayan bir meseledir. Bu, aynı zamanda, yalnızca yoksul ve çok yoksul uluslar açısından değil, varlıklılar için de bir öz çıkar sorunudur".[18]

Sosyal adaletçi kazanımların, yalnızca yoksulların değil, varlıklıların kurtuluşu için de gerekliliği, başlıca sanayileşmiş ülkelerde 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde demokrasi ve sosyal devlet üzerine kurulmuş olan konsensusa dayalı politikalar çerçevesinde kanıtlanmıştır. Yaşanılan bunca deneyime karşın, bugün yapılması gerekenin, demokratikleşmenin ve sosyal adaletin tüm dünyayı içine alan bir çerçevede sağlanması olduğu gerçeğinin görülmesini engelleyen faktörler acaba nelerdir?

Kuşkusuz, demokratikleşmenin ve sosyal adaletin tek tek bazı ülkeler çerçevesini aşan ve dünya ölçeğine yayılan bir boyutta gerçekleştirilmesinin, nicel olarak daha büyük bir çabayı gerektirdiği düşünülebilir. Ne var ki güçlükler bundan ibaret değildir. Öyle görünüyor ki kendi ülkelerinin emekçileriyle daha adil bir paylaşıma, asırlar süren mücadeleler sayesinde ve ancak belli ölçüde razı edilmiş olan yeryüzünün varlıklı egemenleri, başka ülkelerin ayrı ırktan ve ayrı dinden insanları karşısında çok daha uzlaşmaz ve vurdumduymaz bir tavır içine girmektedirler. Bir başka deyişle, dinsel ve ırksal önyargılarla donanmış olmaları halinde, ekonomik çelişkilerin aşılması daha da zorlaşmaktadır. Öte yandan, dinsel ve ırksal farklılıkların varlığı, yeryüzü emekçilerinin birliğinin sağlanmasını, aynı ülke içindeki sınıfsal dayanışmanın sağlanmasına kıyasla büsbütün güçleştirdiğinden, uluslararası sermayenin direncini kırabilecek, evrensel boyutlu bir demokratik gücün oluşumu da bir türlü mümkün olamamaktadır.

Özetle belirlemek gerekirse, günümüzde mevcut bunalıma çare olarak bulunan sözde çözüm yollarının temelinde, bunalımın yükünü, bir yandan, sosyal refah devleti kazanımlarını tahribederek sanayileşmiş ülkelerdeki emekçi kesimlerin sırtına ; diğer yandan da özelleştirmeyi başlıca gündem maddesi olarak içermekte olan, sözde "istikrar" ve "yeniden yapılanma" politikalarını dayatarak yoksul ülkelerin halklarının sırtına bindirme çabası yatmaktadır. Geçerli başka bir yola girmek ve ilerlemek bir türlü başarılamadığı içindir ki yanlışlığı ne kadar anlaşılsa da, çıkmazları ne kadar görülse de, mevcut yolda direnilmektedir. Dolayısıyla, aşılması gereken eşik bir türlü aşılamamaktadır .

Bir bakıma, bunalıma çare olarak benimsenen yol, Hitler'in gaz odalarında can veren insanlardan bazılarının, çaresizlik içinde çırpınırken yaptıklarından farksızdır. Rivayet olunur ki hapsedildikleri hücrede gazın aşağıdan yukarıya doğru yükseldiğini gören insanların bir kısmı, ilkel içgüdülerine teslim olmuşlar ve herbiri bir başkasının sırtına basarak henüz zehirlenmemiş olan biraz yukarılardaki havaya ulaşarak ömrünü bir kaç saniye daha uzatma çabası içine girmiştir. Sonuçta, güçlülük derecelerine göre bir kaç saniye önce veya sonra da olsa, herkesin ölmüş olmasına rağmen; son saniyeler, birbirinin sırtına basarak kurtulabileceğini sanan insanların vahşetine tanık olmuştur.

Günümüzün küreselleşen dünyasında, bir yandan, bir avuç azınlığın denetimindeki uluslararası sermaye, tüm insanlığın kaderi üzerinde her türlü demokratik denetimden uzak bir biçimde kurduğu egemenliğini görülmemiş boyutlarda yaygınlaştırıyor ve yoğunlaştırıyor, bir başka deyişle, faşizm uluslararasılaşıyor; diğer yandan, tek tek ülkelerde borç kıskacına alınan demokrasiler çerçevesinde iktidara geçen sözde demokratik iktidarlar, en zalim işgal kuvvetlerini anımsatan politikalarla kendi ülkelerini ve halklarını, "alternatifsizlik" şantajından yararlanarak uluslararası sermayenin çıkarlarına boyun eğdirmeyi başarabiliyorlar. Özelleştirme, bu çerçevede bir "değişim"in temel öğesi olarak belirmekte. Uluslararası sermayenin küresel boyutlu emelleri açısından Türkiye büyük bir önem taşıyor. Bu önem, esas olarak Türkiye'nin içinde yer aldığı coğrafi konumdan ve tarihsel bağlantılarından kaynaklanmakta. Türkiye ile ilgili her model veya Türkiye'ye yüklenen her misyon, geniş ölçüde bu özellikleri nazara alınarak biçilmekte ve önem kazanmaktadır.

Uluslararası sermaye çevrelerinin dayattığı özelleştirme kampanyasının gerekçesi açıklanırken de bu gerçeğin vurgulanmasına özel bir özen gösterildiğini görüyoruz. Kamu ortaklığı İdaresinin bu konuya ilişkin 31 Aralık 1993 tarihli bir belgesinde yer alan şu cümleler, bu açıdan anlamlı görünüyor: "Türkiye asırlar boyu bir medeniyetin beşiği olarak, Avrupa, Orta Doğu, Karadeniz ve Türkçe konuşan Asya Cumhuriyetleri arasında stratejik anlamda merkezi bir geçiş noktasında bulunmaktadır. Ve bu konumu ile tüm bölgedeki ekonomik faaliyetler için mükemmel bir üs teşkil etmektedir. Türkiye dünya değiştikçe tarihsel İpek Yolunda, yeni pazarlara doğru giderek büyüyen bir güçlü çekim ile tarihsel bir kapı teşkil etmektedir."[19] Öyle anlaşılıyor ki Türkiye'ye dayatılan bir modelin değerlendirilmesinde, Türkiye'de yaşayan insanların çıkarları değil; Türkiye'nin Türkçe konuşan ülkelerle, İslam ülkeleriyle bağlantıları olan ve eski Sovyetler Birliği'nin ve petrol üreten Arap ülkelerinin kapısında yer alan bir ülke olması daha çok önem taşımaktadır.

Özetle ifade etmek gerekirse, özelleştirme, demokrasiyle çelişen, ekonomiyi daraltan, çalışan kitleleri işsizliğe ve örgütsüzlüğe mahkum eden ve ülkelerin bütünlüğünü ve bağımsızlığını tehlikeye sokan sonuçları dolayısıyla, bunalımdan kurtulmanın yolunu dünya üzerindeki denetimini yoğunlaştırmakta arayan uluslararası tekelci sermayenin önündeki en önemli engellerin kalkmasını sağlayacağı için gerekli görülmektedir.

Özelleştirme, yani kamu girişimlerinin tahribi, yeryüzünü, uluslararası tekelci sermayenin değneksiz dolaşabileceği bir köy durumuna düşürecektir.

Alpaslan Işıklı
Çalışma Ekonomisi & Endüstri İlişkileri Bölümü
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi,
06590, Cebeci, Ankara, Turkiye


-------------

Son Not

[1] Bu konudaki düşüncelerimin çoğunu, daha önce başka bazı tartışmalar ve yazılar çerçevesinde ortaya koymuş bulunuyorum. Bkz: "Özelleştirme ve Endüstriyel Demokrasi" paneli, 27 Şubat 1988, Özelleştirme Tek Seçenek midir?, Türk Mühendisler Birliği Derneği yayını, s.32-42; "Özelleştirme ve Sendikalar", Dünya'da ve Türkiye'de Özelleştirme sempozyumu, 14-16 Kasım 1990, ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümü yayını,s.44-53; "Özelleştirme", Mülkiyeliler Birliği Dergisi, sayı:157, Temmuz 1993, s.3-7.]



[2] Cumhuriyet, 14.8.1987.

[3] Bu konuda Business Week'te yayınlanan yazılardan alıntılar için bkz: "Demokrasi ile ekonomi arasında kara kedi mi var?" Milliyet, 3.6.1993.

[4] Say Yes to Public Services,Privatisation International(Yay:New Zeland Public Service Association), s.7.

[5] Özelleştirme Üzerine, Petrol-İş,İstanbul, 1989, s.213.

[6] Aktaran:Deniz Som, Cumhuriyet,3 Mayıs 1994.

[7] Bkz:Cumhuriyet, ANKA, 14 Mart 1992.

[8]Assesing Structural Reform, Lessons for the Future, OECD,1994. ]

[9] TÜSİAD, Optimal Devlet, 1995, s.35.

[10] Bkz: Milliyet, 10 Temmuz 1995.

[11] Susan George,The Debt Boomerang, Pluto Press, Londra, 1990, s.XV-XVI.

[12] Bkz: Tevfik Dalgıç, "Türkiye özelleştirmede aktif ülke", Cumhuriyet, 27.7.1992.

[13] "Özelleştirmede gider geliri yuttu", Cumhuriyet, 10 şubat 1994.

[14] Bkz:ILO, World Labour Report-1993, s.34.

[15] Bkz: A. Işıklı, "Görünmeyen Ellerdeki Sağlıksızlık", Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Cilt:16, Sayı:142, Nisan 1992.

[16] Bkz: A.Işıklı, "Demokrasi ve Ayrılıkçı Silahlı Eylem", Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Cilt: 16, Sayı: 147, Eylül 1992.

[17] Alain Tondeur, "L'intégration européenne fragilise l'Etat belge", Le Monde diplomatique, juillet 1992,s.3.

[18] "An Introduction by Willy Brandt", Nort-South, A Program for Survival, The MIT Press, Cambridge, 1980, s.17.

[19] Aktaran:Brendan Martin, "Dünyada Özelleştirme", Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Şubat 1994 Eki, s.7.



(Ayrıca Bu başlık altına Yılmaz Dikbaş'ın Satılık Vatan adlı kitabından alıntılar yaparak kendi yorumlarımında olduğu özelleştirme örneklerini yazacağım..) [/b]
Ve… Birgün herkes ɑnlɑr, sevdiğinin kıymetini… Amɑ gidince, Amɑ bitince, Amɑ ölünce… Kısɑcɑ; İş işten geçince!

çelik kapı çeyiz

Kullanıcı avatarı
moments
Site Yöneticisi
Site Yöneticisi
Mesajlar: 5033
Kayıt: 14 Ağu 2008, 19:14
Konum: Almanya
İletişim:

Re: ÖZELLEŞTİRME NE İÇİN ?

Mesaj gönderen moments » 16 Kas 2008, 15:52

''Özelleştirme Yöntemleri ve Çılgınlık''


Bay Peter Nelson, Sydney Üniversitesi'nden mezun bir ekonomist. BM'de danışman olarak çalışmış ve 32 ülkede danışmanlık hizmetleri vermiş. Peter Nilson'un en büyük isteği kalkınmakta olan ülkelerde özelleştirme uygulamasının gerçekleşmesi. Özelleştirmenin ateşli savunucusu Peter Nelson, 1996 yılında yayımlanmış 'Özelleştirme Yöntemleri ve Çılgınlık' adlı kitabında özelleştirmeye karşı olan şu görüşlerini sıralıyor:

- Özelleştirme işsizliği artırır.

- Özelleştirme sonucunda, çalışma koşulları kötüleşir.

- Stratejik kaynaklar ve işletmeler yabancıların eline geçer.

- Fiyatlar artar.

- Ürünlerin ve hizmetlerin kalitesi düşer.

- İşyerlerinde, işyeri güvenlik standartları düşer.

Ekonomist Peter Nilson, özelleştirme danışmanlığı yaparak fakir ülkelerden yüksek kazanç sağlayan ekonomistlerden biri. Bu örnekte görüldüğü gibi özelleştirmenin ne büyük felaketlere yol açtığını özelleştirme savunuculuğunu yapanlar bile saklayamıyor.
Ve… Birgün herkes ɑnlɑr, sevdiğinin kıymetini… Amɑ gidince, Amɑ bitince, Amɑ ölünce… Kısɑcɑ; İş işten geçince!

çelik kapı çeyiz

Cevapla

“TARTIŞMA MEYDANI” sayfasına dön

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 48 misafir