
Saygıdeğer Arkadaşlar,
Türk Devleti ve Türk halkına yükselen düşmanlığın karşısında milletin sinesinden doğan bir milliyetçilik de doğal olarak yükselmektedir. Bizim "Yurtta barış, Dünyada Barış" şiarımızı yanlış yorumlayıp bizim kuyumuzu içerde ve dışarda kazmaya kalkanlara karşı milliyetçi bir tepkinin ortaya çıkması gayet tabiidir. "Türk" unsuru altında bir ulus olarak bütünleşme eğiliminde olan (veya olması gereken) Türk Halkı ateşle imtihandan geçmektedir. Yükselen milliyetçiliği sulandırmak veya etkisiz hale getirmek isteyenler veya rant sağlamak isteyen siyasi güçler olacaktır. Milliyetçiliğin gerçek yeri Kemalizmdir. Kemalist milliyetçilik, ulus milliyetçiliğini savunur. Faşizan-ırkçı veya ümmetçi bir tanımlamaya kesinlikle karşıdır. Bunun yanında Tam Bağımsızlıkçıdır. Laiktir. Kafatasçılık ulusu bölen, saldırgan ve bilimsel olmayan bir anlayışken Türk-İslam sentezi adı verilen ülkü ise Milliyetçiliği afyonlamaktadır. Bununla birlikte siyasi ve kültürel anlamda mazlum milletlerle ittifak ve soydaşlarımızla Türk Birliği akla uyan bir fikirken; tek bayrak-tek devlet manasına gelen Turancılık Atatürk'ün de tasvip etmediği, peşinden gidilmemesi gereken boş bir ideolojidir.
Şimdi bizi bu noktalara getiren süreçleri inceleyelim. Ve bizim bu imtahandaki seçimimizin neden Kemalizm olması gerektiğini görelim..
Türk zalim mi mazlum mu?
Önce AB’nin 6 Ekim’de açıkladığı İlerleme Raporu, ardından da Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun raporu... Bunun üstüne bir de ucu açık 17 Aralık raporu ve AB'nin dayatmaları kıskacında Türk Hükümeti. Uzun zamandır azınlık meselesini tartışıyoruz. Neymiş Kürtler ve Aleviler azınlık olarak tanınmalıymış.
Azınlık haline getirilmeye çalışılan etnik gruplar ve azınlıklar adına konuşanlara bakarsanız ortada gayet masum bir istek var. “Kültürel zenginliğimiz”i oluşturan bu toplulukların varlığını korumak, haklarını savunmak.
Bu gayet ciddi ve gayet insani iş için Batı merkezlerinden kumanda edilen birçok sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, hatta resmi kuruluşlar seferber olmuş durumdadır. Türk’ten gayri unsurların gönüllü avukatlığına soyunanlar uzun kuyruklar oluşturmaktadır.
ABD ve bütün Avrupa devletleri bu gönüllü avukat kuyruğunun en başındadır. Türk devleti ise tüm bu faaliyetlerin güven içinde yapılmasını sağlayan ortamı oluşturmakla mükelleftir. Türk devleti, Türk’ten gayri unsurların haklarını savunmak için çalışanları ne kadar arkalarsa o kadar demokratik! olacaktır. Yeni bin yılın devlet anlayışı böyle oluşmaktadır ve elbette buna uygun “çağdaş!” bir millet anlayışı da geliştirilmelidir.
İşte azınlık raporu bunun çerçevesini oluşturmak için hazırlandı. İsmi İnsan Hakları Danışma Kurulu ya, ee Türk de insandan sayılmadığına göre kimin haklarını savunacaktı. Elbette Türk olmayan, Türk sayılmayan ne kadar grup varsa onları. Aslına bakarsanız bu hak savunmanın aslında savunduklarını iddia ettikleri gruplara da zarar vereceği ortadadır.
Hatta azınlık tartışmasına katılan bir köşe yazarı kendisi de kurulun üyesi olan Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği’nin adıyla dalga geçmektedir. İnsan haklarıyla Türk’ün ne ilgisi olabilir, değil mi yani!
Peki kurul öyleyse kimin haklarını kime karşı savunacaktır?
Açık değil mi?
Ermeninin, Yahudinin, Kürdün, Çerkezin hakkını Türk’e karşı savunacaktır. Çünkü Türk bunları ezmektedir(!)
Ortada garip bir durumun söz konusu olduğu açık. Tüm azınlıkların bir koruyucusu var, ama Türk’ü koruyacak kimse yok. Hatta Türk devleti bile azınlıkları Türk’e karşı savunacak kurullar oluşturmakla meşgul.
Yani Türk kendi vatanında öksüz kalmış durumdadır.
Star gazetesinin 9 Kasım 2004 tarihli haberi aynen şöyle:
“Adana’da şehrin göbeğinde polisle çatışmaya giren ve biri ölü biri yaralı ele geçen iki PKK militanının aileleri, polisleri mahkemeye verdi. PKK militanlarının 19 avukatına destek vermek için İsveç’ten 5 avukat geldi. Polisleri ise sadece iki avukat savundu.”
PKK’nın 19 avukatla savunulabildiği bir ülkede devletin polisi kendine ancak iki avukat bulabilmektedir. Kimbilir onu da nasıl güç bela bulmuştur. Oysa ki terörist için ta İsveç’ten kalkıp gelmişlerdir.
Şehit ailelerin avukatları ise davalıktır. Bir yandan bölücüler bir yandan da AİHM onları mahkum etmek için uğraşmaktadır. Ama Apo’nun avukatları tüm dünyanın gözleri önünde örgüt kuryeliği yapmaktadırlar. Üstelik bunu gizlememektedirler. Genelkurmay’ın bu konudaki uyarılarıyla dalga geçmektedirler. Apo’yu savunmak Türkiye’de olağan hale getirilmiştir. Ama şehit ailelerini savundunuz mu faşist damgasını yersiniz. Hele bir de bölücüler hakkında ağzınızdan kötü bir söz çıktı mı gelsin tazminatlar, gelsin cezalar. Hatta devlet kapıları bile yüzünüze kapanır. Devleti savunmak, Türk’ü savunmak artık “sakıncalı” olmaya yetmektedir.
Üstelik Apo’nun avukatları örgüt kuryeliği yaparken, Leyla Zanalar ise yemek davetleriyle, Apo'nun ablasının elini öpmekle meşgulken onlarca Mehmetçik de şehit düşmektedir. Onlar ise kanlı elleriyle “devlet adamları”nın sofralarına oturmaktadırlar.
Ama bakın tam da bu sırada Sedat Peker’in avukatları hukuk çiğnenerek gözaltına alınmış, sonra da sorgusuz sualsiz içeri atılmıştır. Apo’nun avukatları teröristlere Apo’nun emirlerini taşırken Peker’in avukatları hapistedir. İtirazları duyar gibiyim. “Ama Peker suç amaçlı çete kurmadı mı? Avukatlar da bu çetenin avukatı değil miydi?” İyi de PKK acaba futbol takımı mıdır? Ondan âlâ çete mi olur. Öyleyse bu çifte standartın kaynağı nedir?
Demek ki mesele birinin Türk olmasıdır.
Kendi vatanında Türk avukatsız, savunmasız, korunmasız kalmıştır.
Azınlıkları savunmak mı Türk varlığını ortadan kaldırmak mı?
Öyleyse azınlık hakları veya Türkiyelilik tartışmasının adını bir kez daha koyalım, bu Türk varlığını ortadan kaldırma tartışmasıdır. Türk, önce kendi vatanında azınlık haline getirilecektir. Böylece Türkiye’deki onlarca etnik gruptan birisi olacaktır. Ama her birinin dışarıda ve içerde avukatları, destekçileri olduğu için hepsi kendi paçasını kurtaracak hatta Türk’e karşı birleşecektir. Türkiyelilik masalıyla uyutula uyutula Türk olduğunu unutanlar ise kendilerine bir avukat bile bulamadan mahkum olacak ve ardından idam edileceklerdir. Türkiyelilik azınlıkların varlığını korumak için değil Türk varlığını yok etmek için piyasaya sürülmektedir. Tartışmanın uydurukluğu ve yapaylığı bunun ilk elden kanıtıdır.
İleri sürülen nedir? Onların ağzından özetleyelim.
Bir; Tayyip’in de daha önce söylediği gibi Türk kimliği birleştirici değil ayrıştırıcı bir kimliktir. Çünkü bir etnik kökene gönderme yapar. Yani Türk, Türkiye halkını oluşturan onlarca etnik kimlikten biridir.
İki; madem ki Türk bir etnik kimliğin adıdır, öyleyse etnik olarak Türk olmayanları gücendirmeyecek bir kimlik ancak Türkiyelilik olabilir. Çünkü bu kan esasını tamamen dışlayan ve tamamen toprak esasına dayanan bir tanımdır ve bütün etnik kimlikleri eşit olarak temsil eder.
Üç; bu tanım çağdaş uygarlığın gereğidir ve Türkiye’yi birleştirecek tek tanımdır.
Dört; bu fikir Atatürk’ün fikirleriyle de uyumsuz değildir.
Türk kimliği birleştirici Türkiyelilik bölücü
Önce ilk iddiadan başlayalım. Türk adı bir etnik kimliğin adı mıdır? Bunun devamı olmak üzere Türk kimliği ayrıştırıcı bir kimlik midir?
Biz tam tersini düşünüyoruz ve bu düşüncemiz gerek Atatürk’ün Türk milleti tanımıyla, gerek tüm dünyadaki uluslaşma deneyimleriyle, gerekse de Türkiye gerçeğiyle uyumludur. Türk bir biyolojik arı ırkın değil, milletin adıdır.
İnsan Hakları (!)Kurul Başkanı İbrahim Kaboğlu "Cumhuriyet tek soya indirgenemez" derken bunu kastediyor. Yani Türkiye’yi oluşturan millete Türk dediğimiz anda onlara göre safkan soya bağlı bir tanım yapmış oluyoruz.
Elbette ki bir Türk soyu vardır. Hem de oldukça köklüdür. Türk soyu bütün dünyaya yayılmıştır. Ancak Türk milleti Türk soyunun tamamını kapsamadığı gibi, safkan Türk soyuna da indirgenemez ve Cumhuriyet’in kurucusu tarafından indirgenmemiştir de. Türk soyu Anadolu’yu Türk yurdu haline getirmiş, bu esnada diğer etnik toplulukları da uluslaşma süreci sırasında içinde eritmiş ve bugünkü Türk milleti oluşmuştur.
Herkesin tekrarlamaktan usandığı Atatürk’ün tanımıyla başlamak farzdır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Yani Türkiye sınırları içinde bağımsızlık ve devrim davasına katılan her vatandaş, kendini Türk bilen, Türk hisseden her yurttaş Türk’tür ve bu ortak amaç ve ortak vatan Türk milletini oluşturur. Oysa ki Türk soyu coğrafi açıdan daha geniş bir kavrama işaret eder.
Türk soyu-Türk milleti
Yine Atatürk’ün deyişiyle “Asya’nın garbında ve Avrupa’nın şarkında olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına Türk eli derler... Yakın ve uzak zamanlar düşünüldüğünde Türk’e yurtluk etmemiş bir kıta yoktur. Bütün dünyada Asya, Avrupa, Afrika Türk atalarına yurt olmuştur... Fakat bugünkü Türk milleti varlığı için bugünkü yurdundan memnundur. Vatanımız Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde mevcudiyetlerini muhafaza eden eserleri ile yaşadığı bugünkü siyasi sınırlarımız içindeki yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir kütledir.”
Fakat Türkiye’de Türk uluslaşmasına Türk soyunun önderlik etmesi Türk milletinin saf bir Türk soyundan ibaret olduğunu göstermez. Öyle olmasını istemek, ırkçılık yapmak Atatürk Milliyetçiliğiyle uyuşmaz . Çünkü bu bilime karşı olurdu. Bakın Atatürk bunu da çok net biçimde ifade ediyor: “Mezopotamya, Mısır vadilerinden başlıyan malum tarihten evvel Orta Asya, Rusya, Kafkasya, Anadolu, dünkü ve bugünkü Yunanistan, Girit, Romalılardan evvel Orta İtalya velhasıl Akdeniz sahillerine kadar yayılmış ve yerleşmiş ve bu başka iklimlerin tesiri altında başka başka cinslerle binlerce sene yaşamış ve kaynaşmış bu kadar eski ve bu kadar büyük bir insan cemiyetinin bugünkü çocuklarının tamamı tamamına birbirlerine benzemeleri mümkün müdür?”
İşte bu yüzden de Atatürk Türk milletinin oluşumunda Türk soyunun rolünü ortaya koymakla beraber Türk milletini ırka değil, medeniyete, terbiyeye, bilince dayandırmıştır. “Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam etme hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete millet namı verilir.”
Tarihin bilinen bütün milletleri de bu yolla oluşmuştur. Bu noktada birleştirici olan kimlik millet kimliğidir, ayrıştırıcı olan ise etnik kimlik. Atatürk Cumhuriyet’i tek soya değil tek millete dayandırmış ve soya bağlı bir kimliği reddetmişti. Soya bağlı ırkçı bir kimliği öne çıkaranlar bu raporu hazırlayanlardır.
Bize göre Türkiye’de Türk milleti yaşar. Onlara göre ise Türk ırkı, Kürt ırkı, Çerkez ırkı vs. yaşar. Dolayısıyla tarihin birleştirdiklerini ayrıştırmak fikirlerinin temelidir. Ama ilginç biçimde bunu birleştiricilik olarak sunarlar. Aynı hataya bilinçli veya bilinçsiz olarak kendilerini Atsızcı, ırkçı, Türkçü olarak tanımlayan grup da düşmektedir. Kafatasçılık Türk Milletinin birlik, beraberlik ve bütünlüğüne akla mantığa ve bilime ters, Atatürk milliyetçiliğine uzak bir kavramdır